Son bir aydır İsrail-Hamas çatışmasının sorumlusu olarak görülmekten, Türk Yahudilerine yönelik görsel ve internet medyasında kaleme alınan ithamlara, nefret dolu suçlamalara muhatap olmaktan, “Biz de Türk vatandaşıyız” deyip derdimizi anlatamamaktan bitkin düştük. Gazze’den peş peşe gelen ateşkesler ve cumhurbaşkanı seçimleri sonrasında neyse ki gergin ortam bir nebze olsun yatıştı.
Son bir aydır içimiz iyice daraldı; İsrail-Hamas çatışmasının sorumlusu olarak görülmekten, Türk Yahudilerine yönelik görsel ve internet medyasında kaleme alınan ithamlara, nefret dolu, antisemit içerikli suçlamalara muhatap olmaktan, “biz de Türk vatandaşıyız” deyip derdimizi anlatamamaktan, acaba yıllardır iş ilişkisinde bulunduğum kimseler, komşularım, çevremdeki insanlar yüzüme söylemeseler dahi bana karşı duygularını içlerinde mi gizliyorlar diye düşünmekten bitkin düştük.
Hangi insanoğlu çocukların, insanların ölmelerine, telef olmalarına üzülmez. İsrail bombaları altında can verenlere karşı acıma duygularının, üzüntünün, ‘farklı bir inanç grubu olarak’ alenen dillendirilmek zorunda hissettirilmesini zül sayıyorum. Böylesi küçültücü, aşağılayıcı bir durum; ‘ben hukuken Türk vatandaşı görünsem de her fırsatta sadakatimi kanıtlamak zorundayım’ anlamına gelmez mi? Türk Dışişleri Bakanlığı’nın, Hükümetin siyaseti, beyanları -her türlü eleştiriye açık olmak kaydı ile- her Türk vatandaşını bağlamaz mı? Aksini düşünmek ayırımcılığa prim vermek, demokrasiyi yok saymak anlamına gelmez mi?
Gazze’deki saldırılarda yaralanan 18 Filistinlinin tedavi amacıyla Türkiye’ye getirildiklerini televizyonda izledim. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu yaralılar uçaktan indirildiklerinde havaalanında hazırdılar.
İnsan hakları savunucusu ve Radikal yazarı avukat Orhan Kemal Cengiz aynı gün, haber sonrasında CNN ekranında; tabi ki yardımların yapılması gerektiğini ancak bunun bir ‘show’a dönüştürülmesine karşı olduğunu, IŞİD tarafından başları koparılarak vahşice katledilen, kadınlarına tecavüz edilen Ezidi ve Türkmenlerin yardım çağrılarına karşı niye duyarsız davranıldığını, pasaportu bulunmayan sığınmacıların sınırdan neden sokulmadıklarını sordu.
Söz konusu eleştirileri değerlendirebilecek bir konumda değilim, bölgedeki mülteci sorunlarıyla Türkiye’ye çok fazla yük yüklendiği açık. Dileğim daha çok Filistinliye insani yardım götürülebilmesi, gerekirse sahra hastanelerinin kurulabilmesi, aynı anda Irak’taki insanlık dramına karşı uluslararası toplumun elbirliği içerisinde daha etkin önlem alması.
Yahudiler, Dünya ve Para
Gazze’den peş peşe gelen ateşkesler ve Türkiye’de cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra yatışan gergin ortam bir aydır karşısında kilitlendiğimiz televizyon haberlerinden ve sosyal medyadan bir ölçüde de olsa kopmamızı, rahat bir nefes almamızı sağladı.
Bu fırsatta Fransa cumhurbaşkanlığı özel danışmanlığını da yapmış olan yazar/düşünür Jacques Attali’nin 2002 yılında kaleme aldığı, çevirisi yeni yayınlanan ‘Yahudiler, Dünya ve Para’ adlı Yahudi halkının ekonomi tarihi niteliğindeki kitabını okumaya başladım. Başladım diyorum çünkü bu öyle bir çırpıda okunacak bir eser değil. Ya 5-10 sayfa okuduktan sonra sindirmeye çalışacak, ya da bir başucu kitabı olarak her zaman yararlanmak üzere yanı başınızda tutacaksınız.
Araştırmacı Tevrat’ın beş bölümü; Yaratış, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye ile bir metafor kurarak, beş kitabı bir kılavuz olarak kabul etmekte ve okuru günümüze kadar uzanan tarihi bir yolculuğa çıkarmakta. Tabi Attali, Yahudilerin parayla aralarındaki tehlikelerle dolu özel bağı da derinlemesine işliyor.
Kitap okurken pek çok kimse gibi not tutar, önemli bulduğum yerlerin altını çizerim. Amacım bir kitap eleştirisi sunmak olmadığından birkaç alıntı aktarmakla yetineceğim.
İbrani (ivri) sözcüğünün kökünü merak ediyorsak Nuh’un torunlarından gelen ‘Ever’dir. Ever ismi; ‘göçebe adam’ veya ‘takasçı’ olarak çevrilebilir. Attali’ye göre; “Sanki Yahudilerin kaderi, geçmişlerinin genetik kodunu taşıyan isimlere yazılmıştır. Bu halk yolculuk yapmak, takas etmek (…) dolayısıyla ticaret yapmak zorundadır.”
Eden Bahçesi’nde yaşananlara da şu yorumda bulunur: “İnsan arzu etmemek için, ne cehaletinin kapsamını ne de durumunun sınırlarını bilmelidir. Bu iki yasaktan birini - yasak meyveyi yemek suretiyle- deldiği anda, kendisinin ve arzularının farkına varır. İşte o zaman, çalışmadan hiçbir şeyin elde edilemediği kıtlık dünyasına itilir. Sanıldığının aksine kıtlık arzuyu değil, arzu kıtlığı doğurur. (…) Bu ilk ekonomik politik derstir.
Son derece anlamlı bir ekonomi dersi de şudur: “Ahlâki çerçeveye oturtulmadıkça zenginleşmek de bir nevi puta tapmaktır.”