Zamanı Fethiye’den izlemek

Ağustos’un ikinci yarısına girdik. İstanbul’da yavaş yavaş mevsim rüzgârlarını bekleyebiliriz. Yüzüm ve gönlüm sonbahara döndük; ardımda hatırı sayılır tatilimin izleriyle. Mevsim hâlâ yazken, şimdi anlatmak isterim.

Köşe Yazısı
20 Ağustos 2014 Çarşamba

David OJALVO


Ağustos’un ikinci yarısına girdik. İstanbul’da yavaş yavaş mevsim rüzgârlarını bekleyebiliriz. Yüzüm ve gönlüm sonbahara döndük; ardımda hatırı sayılır tatilimin izleriyle. Mevsim hâlâ yazken, şimdi anlatmak isterim.

Temmuz 2014’e gelene dek, uzun, çok uzun zamandır klasikleşmiş ‘deniz-kum-güneş’ üçlüsünü içinde barından bir tatil yapmamıştım. Hayatının farklı dönemlerinde gayet çekici gelebiliyor bu üçlü. Ben de tam da böylesi bir dönemdeydim. Yoğun çalışma temposuna bir haftalığına da olsa ara vermek, sevdiklerimle birlikte yollara dökülmek, bu sefer çok az keşfedip, bolca dinlenmek arzusundaydım. Vicdan, çalışılmış günleri ve geceleri, tatilin hak edilmişliğiyle onaylıyor sonuçta.

Takvimler Temmuz 12’si günbatımını gösterdiğinde, sevdiklerimle otogarda buluşuyorum. Farklı şehirlerden, farklı ülkelerden bir araya gelişin heyecanı içimde. Özellikle de bireyselliğin yoğun çalışma temposuyla bütünleştiği çağımızda, bir araya gelişler daha da değer kazanıyor. İstikamet Fethiye Kayaköy Sanat Kampı. 2007 yazı, sanki dün gibi. Haydarpaşa’dan Denizli’ye trenle yolculuğumuz, Denizli’den Fethiye’ye otobüsle geçişimiz, sanat kampındaki keyifli sabahlarda katıldığım resim atölyesi, öğleden sonralarının koylardaki dinginliği… Yine trenle yollara koyulmayı, ovaları, küçük kasabaları izlemeyi isterdim; ama Pamukkale Ekspresi çoktandır yerini hızlı tren hattının inşaatına bıraktı…

Geçmişte çıktığım otobüs yolculuklarını düşündüm sonra. Hiç on bir saatlik uzun yola çıkmamıştım. Bu ilkti… İlk olduğu kadar da kilometreleri yutmaya hazırdım. Uzun yollarda henüz adını koymak istemediğim özel bir duygu saklıydı. Geçmişin yolculukları selamlıyordu beni belki de… İstanbul’dan çıkıp, Sakarya’ya doğru ilerlerken müthiş bir sağanak boşaldı… Yıldırımlar, akşamı aydınlatıyordu. Açıkçası çocuklar kadar mutluydum otobüsün camından yağmurla ıslanan yolları izlerken. Romantik hissediyordum; romantikti.

Sabah tam vaktinde Fethiye’deydik. Terminal yakınlarındaki kahvaltıyı takiben Kayaköy Sanat Kampı’na vardık, odalarımıza yerleştik. Bu sene atölye seçmedik veya seçtiğimiz atölyenin adı ‘tembellikti’. Dalından erik koparmak, havuz kenarında şezlonga uzanıp kitap okumak, öğle üzeri mutfakta özgürce Türk kahvesi hazırlamak iyiydi, iyi geliyordu.

Öğleden sonraları (yedi yıl öncesinden tanıdığımız) koylara doğru uzandık. Detayların armağan ettiği mutluluk koylarda çıkıverdi karşıma. Onlar bu tatilimin kahramanı oldular.

İlki ‘gözlemeci teyzeydi’. Tıpkı 2007’deki gibi, küçük mavi teknesiyle koyları dolaşıyor ve gözleme hazırlayıp, satıyordu. Değişmemişti. Bir kez daha bize peynirli-patatesli gözlemeler hazırladı. Sıcak gözlemeyi ufalayıp yemenin safça mutluluğu çevremdekilere de yansıdı.

İkincisi, St. Nicholas Adası’ydı. Reci Bey yine oradaydı; köşesinde konuklarını ağırlıyordu. Dolabında serin tuttuğu içecekleri, içimizi ferahlatıyordu. Geceye dek devam eden çakırkeyif halimizi seviyordum.

Üçüncüsü, günbatımı ve Akdeniz’in berrak sularıydı. St. Nicholas Adası’nın tepesine tırmanmak, güneşin batıdan vedasını birer kadar beyaz şarapla izlemek zarifti. Akşamın renkleri Akdeniz’e öyle güzel iniyordu ki, kısa bir süreliğine “selfie” fotoğraflarımı çekmeden edemedim. Teknoloji, manzarayla el ele verip algılarımı çeldi.

Tatilim süresince ve sonrasında ‘değişmeyenler’ üzerine düşündüm. Kimi detayların zamana teslim olmamasına ihtiyacımız var. Sokaklardan mağazalara, gazetelerden bürokratlara, sistemlerden toplumun kimyasına ‘değişim’ her yerde ve bunun karşılığı hep ‘iyiye doğru’ demek değil, hatta bazen ‘yabancılaşmayı’ ifade eder olduk. Değişmeyenlerin, klasiklerin arasında biraz daha kalmak istiyorum; zamana inancımı pekiştirebilmek için…