Seçimlerin ardından Yeni Türkiye’nin siyasi kodlarını tartışmaya başladık. Geçtiğimiz hafta, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç: “Halkın yüzde 52’sinin oyu ile gelmiş bir cumhurbaşkanı adeta yarı başkanlık sistemine doğrudan geçmiş gibidir,” dedi. Buradan hükümet cephesinde seçim sonuçlarının rejim değişikliğine gitmek açısından yeterli görüldüğü; herhangi bir siyasi meşruiyet kaygısı taşınmadığını anlaşılıyor.
Halbuki Türkiye’de mevcut parlamenter sistemde dahi güçler ayrılığı ilkesi doğru düzgün işlemiyor. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki denge sorunlu. Buna bir de hukuk kurallarını, çıkarların gerektirdiği şekilde eğip büken siyasi pratiğin varlığını ekleyelim. İktidarın tek kişi elinde toplanmasıyla birlikte, yönetimin keyfi bir idareye dönüşmesini engelleyecek, denetleyici hiçbir kurum kalmayacak. Bu durum haliyle, Yeni Türkiye’nin daha otoriter bir tona sahip olacağı yönündeki kaygıları artırıyor.
Öte yandan, uluslararası konjonktür otoriterleşme eğilimine fazlasıyla uygun bir zemin sağlıyor. Nasıl mı? AK Parti’yi 2002’de iktidara getiren uluslararası ortam, dini değerlere sahip çıkan, siyasi reformlar ve ekonomik kalkınma vadeden bu “demokratikleşme ve atılım”* projesini destekliyordu. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD yönetimi terörle savaş ilan etmiş, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bölgeyi demokratikleştirerek özgürleştirme idealini tüm dünyaya pazarlarken; bölgede Müslüman kimliğe sahip, laik, üstelik de NATO müttefiki bir ülkenin varlığı önem taşıyordu. Bu sebeple ki o zamana dek jeopolitik konumu ile anılan Türkiye’nin, AKP iktidarıyla birlikte model ülke kimliği ön plana çıktı.
Ne var ki, ılımlı İslam formülün pratikte başarısızlığı, Arap Baharının terse dönüşüyle anlaşıldı. Seçimlerin demokrasi için yeterli bir kriter olmadığı, birbirinden kanlı darbeler ve karşı darbeler ile deneyimlendi. Devrilen diktatörlerin yerini başka otoriter yönetimler aldı. Çöken devlet mekanizmalarından doğan boşluğu, mezhepler arası husumetten güç alan radikal terörist grupların doldurmasıyla... Hikayenin devamı malum.
Bugün, siyaset teorisyenlerinin anti-demokratik dalga olarak tanımladıkları bir devreden geçiyoruz. Birbiri ardına siyasal sorunların patlak verdiği kaotik ortamda, istikrar arayışı demokratik değerlerin önüne geçmiş durumda. Sorunların çözümü için muhatap bulmak dahi zorlaşıyor.
Üstelik uluslararası sistemde normları belirleyerek diğer aktörleri peşinden sürükleyecek bir süper güç eksikliği içindeyiz. Obama yönetiminin tutarsız ve pasif dış siyaseti, ABD’nin dünya liderliğini sorgulanır hale getirdi. Siyasi ağırlığını erozyona uğrattı. Statüko karşıtı devletleri cesaretlendirdi.
AB’nin durumu ise daha vahim. Yaşlanan nüfus, ekonomik sorunlar, üzerine bir de Ukrayna-Rusya çatışmasıyla eklenen enerji kriziyle baş etmeye çalışan Avrupa ülkeleri aynı zamanda kimlik krizi de yaşıyorlar. Bunun en canlı yansıması son Avrupa Parlamento seçim sonuçlarında radikal partilerin oy oranlarındaki artıştı. Dış politika ve güvenlik gibi konularda birlikte hareket edemeyen Avrupalı devletler, en azından kuruluşundan bu yana birliğin temsil ettiği demokrasi ve insan hakları gibi değerlere sahip çıkma telaşında. Kendisine Rusya ve Türkiye’yi örnek aldığını söyleyerek, illiberal siyasi çizgi izleyeceğini açıkça belirten Macaristan’daki Viktor Orban yönetimine karşı nasıl bir tavır alınacağı ise merak konusu. Hal böyleyken Ekim ayında Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin sunulması beklenen ilerleme raporundaki eleştiriler ne denli ciddiye alınabilir?
Mevcut şartlar altında Batılı devletler Türkiye’ye demokratikleşme yönünde telkinde bulunamayacak denli kendi dertlerine düşmüş durumdalar. Türkiye’de henüz etkin bir muhalefetin olmayışını da hesaba katarsak, ülkenin otoriter bir çizgiye yönelmesi neredeyse tamamıyla siyasi iradenin inisiyatifine kalmış. Rejimin tonu üzerine tercihleri şekillendirebilecek en etkin unsur ise ekonomi.
Sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın AKP’nin motoru olduğundan yola çıkarsak, derecelendirme kuruluşlarından gelen risk analizleri, her ne kadar “kale almıyoruz,” denilse de önem taşıyor. Raporlar, genel seçimler ve sonrasında siyasi belirsizliğin yapısal reformların uygulanması için elverişsiz bir ortam yaratacağına, dahası; iç siyasi dengesizliklerden ötürü istikrarsızlığın giderek artabileceğine işaret ediyor. Bu da yabancı yatırımcının başka bir piyasaya yönelmesi demek.
Uyarıları, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin söylediği gibi “Türkiye’nin kutlu yürüyüşünü kıskananların” uydurması olarak değerlendirenler olacaktır. Ancak satır arasındaki mesaj diyor ki; demokrasiden saparak, şeffaflık ve hesap verilebilirlik ilkelerinden taviz veren bir ülke, siyasi ve ekonomik öngörülebilirliğini de yitirir. Bunun bedelini de maalesef hep birlikte öderiz.
*AKP 2002 Parti Programı’ndan alınmıştır.