Kitaplığımı karıştırırken Ronald Duncan’ın düzenlediği Abelard ve Heloise’in Mektuplar’ına takıldım. Uzun bir zaman önce bu oyunu izlemiş ve o denli etkilenmiştim ki, kitabını satın alıp büyük bir keyifle okumuştum. Bu karşılıklı yazılan mektuplardaki duygu ve düşünce yoğunluğu kadar, kahramanların kaleminden dökülen sözcüklerin sıcaklığı, yüreğimi ısıtmıştı doğrusu.
Bu oyunun gerçek kahramanlarının kim olduklarını anımsayacak olursak…
Pierre Abelard, 12. Yüzyılda Fransa’da yaşamış ünlü bir şair ve düşünür. Heloise ise, 20 yaşlarında akıllı, kültürlü ve güzel bir kız. Şairin, ders vermek amacıyla bir araya geldiği ve giderek yakınlaştığı bu genç kızla, aralarında büyük bir aşk doğar. Bir süre sonra Heloise, Abelard’tan hamile kalır ve bir erkek çocuğu doğurur. Bu evlilik dışı ilişki yüzünden, kızın dayısı büyük bir öfkeye kapılır ve ünlü şairi cezalandırmak için onu yakalatıp hadım ettirir. Aşıklar üzüntülerinden ayrı ayrı iki manastıra kapanırlar. Bu oyun, sevgililerin birbirlerine yazdıkları, her biri yazınsal birer yapıt sayılabilecek on iki mektuptan oluşuyor. Umutsuzluktan ayrılığa, yalnızlıktan tutkuya, yargılamadan bağışlamaya, aşkın tüm hallerini içeren mektuplar!
Yalnızca son mektubundan, Abelard’ın duygu ve düşüncelerini de katarak, sevgiyi tanımlayan bir bölümünü aktarmak istiyorum:
“Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, / bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak./ Ve ben sevmeyi bilmiyorum!/ Sevgi hakkında ne çok konuştum, ne çok yazdım.../ Unut bütün söylediklerimi. Yazdığım hiçbir şeyi okuma!/ Ondan mahrum kalmadan anlamıyoruz sevginin kıymetini / Çünkü sevmek dediğin aşk oyunlarıyla olmaz. / Şiir yazarak olur, çiçek toplayarak olur... / Yeminler ederek, antlar içerek, sözler vererek sürer. / Sevgi verdiklerimizde değil, alabilme yeteneğimizde gizlidir.”
Bu güne değin ne çok sözler dinledik sevgi için, edebiyat tarihi içinde ne tutkulu aşıkların kor gibi sözcükleri yüreklerimizi tutuşturdu. Kimi umutsuz bir bekleyişten yankılanan bir çığlıktı duyduğumuz, kimi birlikteliklerden doğan coşkulu bir sesleniş, kimi hasretten kaynaklanan bir yakarış, kimi de kanayan bir yaranın acısı… Ama gördüğüm bir gerçek şu ki, her bir başyapıtın öyküsü içinde, bizi etkileyen bir aşk mutlaka vardır. Ayrılığı, hasreti, aldatması, kavuşması, kıskançlığı, ölümüyle bir aşk!
Çok daha geniş anlamda ele alırsak, yalnızca bir insana değil, tüm canlılara yöneltilmiş bir sevgiyi de göz önünde bulundurabiliriz. Öyle ki bu duygu ve düşünceler doğrultusunda, kimi zaman ölüm bile hiçe sayılarak, bireysel tutkuların önüne geçilebiliyor.
Kuşkusuz, yazınsal yapıtlara konu olmuş bu duygular, aslında gerçek yaşamın da bir yansıması olmaktadır. Günümüzü olduğu kadar geçmişimizi de içine alan, geleceğimizi şekillendiren kendi yaşam öykülerimiz gibi… Zaten bizi o denli etkiliyor olmalarının en önemli nedeni, bu gerçeklilikten kaynaklanmaktadır.
Bir öykünün içinde yer almasak da, tarih boyunca sevginin değiştirdiği yaşamları düşünmeye değer!