“Sis, bir harf gibi dinlene dinlene ilerliyor, kabına sığamadığında koyulup açılarak beyaz-mavi-mor-duman bukleleriyle değiştiriyor rengini,” diyordu Leylâ Erbil, ‘Cüce’de. Öyle bir sisin içindeyiz, bir harf gibi dinlene dinlene ilerleyen, renk değiştiren sisin… Kapımıza yaklaşmış, sonra sızmış kapıdan, ev içlerine…
“Bazen herkes o büyük ortak paydanın parçasıdır,” diyordu Enver Aysever, ‘Yazgıcılar’da. “Kişilerin kendini özel, seçilmiş hissetmesini sağlayan nedir? Yersiz bir kendini beğenmişlik olabilir mi? Yoksa düzen, biricik olma tutkusunu besliyor ve bu derin bir körlük mü yaratıyor?”
Sis ve körlük. Kör edici beyazlık. Körleşme çağının insanları. “Sessizlik, imzalanmış bir senet halini alıyor aralarında.”
Sessizlik imzalanmış bir senet halini aldığında, bakacak yüzümüz olur mu aynalara, Leylâ Erbil söylesin: “Alacakaranlıkta uyandın, koridora çıktın, seni daha da yaşlı gösteren göğsü farbelalı papatyalı sarı geceliğin üzerindeydi, aynaya baktın! Baktığında aynaya yoktu orada yüzün! Yüzün yoktu orada! Yutmuştu seni ayna! O sana bakıyordu bomboş, sen de ona; aynaydın da sen artık o sadece yansıtıyordu senin aynalığını sana. Saçmanın, bulanmanın doruğundaydın!”
Saçmanın, bulanmanın doruğunda, sis içindeyken bile duyulup görülebilir, ‘Yazgıcılar’dan biliyoruz: “İçimizde büyüyen ve biri bitince diğeri açılan hapishanelerimiz var.” Yoksa biz bir ömür bir hapishaneden diğerine yol almaya ‘hayat’ derken, ağır ağır ölmekte oluşumuzun dinmeyen sancısını mı söylüyoruz aslında? “Kötü sınav veren bir gerilla gibi”, alışkanlıklarımıza bağlı, “alışkanlıklar da değişir”, bilmeden.
Kaleidoskopun – eskiler ‘hayalnümâ’ derler – içerisi siyaha boyalı ve 60 derece eğiklikle birbirine bitişik iki aynası bulunur. Aynaların arasında renkli cam parçaları, tüy ve başka şeyler. Bir ucundan bakılıp hareket ettirildiğinde renk cümbüşünü seyre dalar insan. Çocuk oyuncağıdır, evet. Belki bir nebze sevinç, bir nebze mutluluk da öyledir, çocuk oyuncağı. Hem omuz omuza durduğumuz, hem içten bir saygıyla kalbimizde yer açtığımız aynamız olsun yeter ki. Nefes olmuş, can olmuş, dünyanın tekmil sevgisi yüreğinde cem olmuş insan olsun, bizi bize gösterecek anlam olsun yanı başımızda. O vakit kuşanırız pusatlarımızı tekrar, çıkarız sokaklara. O vakit, iyi sınav veririz. O vakit, iyi adam oluruz biz de, “Nasıl bilirdiniz?” sorusu sorulmadan evvel.
Henüz o demlere erişmedik. Tanrı’yı, inancı, ideolojiyi, hatta kayıtsızlığı şemsiye gibi açıyoruz hâlâ. Kasırgada kırılıyor şemsiyelerimiz.
İnce ince çiseleyen yağmurun serinliğine tutunca yüzümüzü… bir oluyoruz, birlik oluyoruz, adını koyamadığımız bir şeylerle. Sadece temaşa etmek, sadece duymak, sadece sevişmek kâinatla. Henüz o mertebede değiliz. Vardığımızda neler olacağını, ‘Sis’te, Miguel de Unamuno söylesin: “Hayatın sisi, tatlı bir sıkıntıyla karışacak; tatlı sert bir likör gibi.”
Şimdi acelemiz var. Çocukların öldürüldüğü bir dünya bu, acelemiz var. Aklımız bunca geçmişi, günü ve geleceği; suçu, pası ve kiri; heyecan, umut ve beklentiyi nasıl kaldıracak bilmiyoruz, acelemiz var. Vicdanımız bunca körlüğü… Kalbimiz bunca şiiri…
Epeydir, yıl 1984. Büyük birader ve emrindeki ‘Cüce’ler, ‘Yazgıcılar’, “askeri bir ciddiyet, polisvari bir yavşaklık ve aşağılık duygusuyla edinilmiş alçaklık görüntüsü bakışlarından taşan bekçiler” gözetliyor, arşivliyor bizleri.
Biz kim miyiz?
“Kayıtlarda hep sırtından görünen. Acelesi varmış gibi ve bizce sevdalı…”