Yine o yazlardan biri, hafta içi sıcak ve kurak, hafta sonu yağmurlu ve sıcak. Sıcaktan hiç mi hiç hoşlanmam. Soğuğun çaresi var, en kötüsü pırasa gibi kat kat giyinirsin. Ya sıcakta? Soyun, dökün nereye kadar. Nihayetinde adem oğlu gibi yaprak kalana kadar soyunduktan sonra halen sıcaksa! Hele benim gibi ‘filinta’ ırkının ‘fil’ tarafında kalmışsan. Yandığının günüdür. Bu yazıyı okuduğunuzda sıcaklar yeniden bastırmışsa, Şalom’u uzunlamasına ikiye katladıktan sonra ortadan bir kez daha büküp sağ elinizle gazetenin ucu çenenize bakacak şekilde bir yukarı bir aşağı sallayın... Oooh biraz ferehlediyar. Siz sallaya durun ben burada sizi beklerim. Çekinmeyin, çekinmeyin rahat edin. Kilolarım itibarı ile hafif ticari araçtan ağır vasıtaya telafi ettiğimden, bu sıcaklarda su kaynatmamak için ağıııır ağır hareket etmek zorundayım. Hatta mümkünse patenti bende olan “minimum hareket teorisi” en iyisi. Sıcak , nem ile kol kola, her tarafımı sarmış, cümle alemi bunaltmanın keyfine varıyor. Aynı ana babadan bu dünyaya duhul ettiğim sevgili abim ise sabahın 6’sında havanın oldukça serin olduğunu, benim bu göbekten kurtulmak için kendisi gibi sabah serinliğinde, 28 derecede, tepelere çıkıp spor yapmam gerektiğini iddia ediyor. “Sabahın 6’sı...” Duyması bile korkunç, yoruldum bile. Yaptıkları bu kadar da değil, ‘sabah’ sporunun peşine deniz daha bakir iken, kimsecikler gelmeden denize girmeyi anlata anlata bitiremiyor... Kızgın kumlardan serin sulara... Banyo sonrası evin ekmek-ti gazetey-di ihtiyaçlarını alıp eve döndüğünde ben yeni uyanmış oluyorum o saatte... “Yarın” diyor; “Mutlaka benimle gelmelisin.”
Uyanma sebebim doğal değil. Sebeb-i hayatım da değil. Kendileri, sabahın ilk uyanan kargayla günaydınlaşmak üzere sabah 5 sularında uyanmış, blum-berk ti, si-enen di eyc-ti idi bilumum ekonomileri hatmetmekle meşgul. Hani kazara bakkaldı manavdaı sorarsa tüm cevaplar hazır. Doler ne olacek, yen sterlini döver mi? Altın altına yapar mı? Felan... Aslına bakacak olursanız; ti-vi’de de bir şey söyledikleri yok; yarım saatlik ‘şantiriförlü’ kelimeler ile yapılan yorumların arkasından “Ne dedi?” diye kafandan geçirecek olursan “inebilüüü de çıkabülüüü de” gibi ulvi bir bilgiye ulaştığını fark edersin.
Sebeb-i uyanmam temizlik aşkından. Benim değil, Adalar Belediyesi’nin. Bir kere rastlamadım şu işin ‘makul’ bir saatte yapıldığına. Ada sessizliğinde, yüksek perdeden bir ‘eda’ ‘hiiiyoooop’ (burada hop ‘burada dur’ manasında) sonra konteynerin metelik sesi, tek dişi kalmış ama gürültüsü pek bir yerinde medeniyetin hidrolik sistemleri, boş konteynerin yerine fırlatılması, ekibin kendi aralarındakı entel- dantel sohbetleri ve finalde yeniden bir hiiiyoooop (burada ‘çöp kalmadı gidelim’ manasında). Üç bina öncesinden alıştıra alıştıra gelip üç bina sonrasına kadar yatak odanda sana eşlik eden ‘meta-zori-uyandırma servisi.’
İste tam yataktan kalkmış, uykulu gözlerle ‘sarı laleleri’ (MFÖ) almaya gitmişken; sabah sporunu bitirmenin huzur ve gururu içindeki ‘abim’le günaydınlaşıyoruz. Bir ona bakıyorum, bir de kendime. Yere doğru bakmaya çalışıyorum, ayak parmaklarım gözükmüyor, garip! Dün akşamdan bu sabaha hiç kilo verememişim. Bu gerçeği avuçlarımın içinde oluşturduğum ‘pembe bir top’ haline getirip evrene geri gönderiyorum. İçimi bir huzur kaplıyor. Birden kahvaltı masasına gözüme ilişiyor. “Yarın mutlaka!!!” Hem de erkenden, hava ısınmadan, hatta çöp toplama seremonisinden bile önce kalıp ben de sporumu yapmalıyım temennisinde bulunuyorum. Bir kez daha içimi bir huzur kaplıyor. Fırından taptaze çıkmış baget ekmeğin, çıtır çıtır dayanılmaz cazibesine, uzun süre dayanamıyorum, yanında bir de nar gibi domatesle beyaz peynir, kalamata zeytin, örl grey çay... Söz; yarın erkenden kalkıp yürüyeceğim. Söz!
Kahvaltı masasına oturmuşum. Eşlerin en iyisi sebeb-i hayatım ileri derecede “Sen orada rahat değilsindir” sendromlu olduğu için beni oturduğum yerden kaldırıp, balkonumuzdan görünen iki kova deniz manzaralı bir yere oturtuyor. Daha rahat edeyim daha mutlu olayım... “ez muy düşünceli.” Sabah mahmurluğunda pek derin sohbetler olmasa da konuşuyoruz; çocuklar kaçta geldi, iyi uyudun mu, seçim sonuçları, yeni başbakan bizlere “teminatım altındasınız” diyecek mi, hava çok sıcak, Samsonayt’ta indirim var, valizimiz yırtılmış yenisini almalıyız... Filan falan, oradan buradan, havadan sudan sabah sohbetleri... Badi wey, sucuksuz menemen de pek güzel olmuş.
Kahvealtından sonra eşlerin en iyisi ve pek tabii ki sebeb-i hayatım, “Sen orada rahat değilsindir, gel bir denize gidelim.” Denize bakıyorum; lodos. Bu benim için ne demek? Bilumum doğal kirlilikler ile dolu hamam kıvamında bir deniz, koli koli basili, metrekareye iki şez-long, üç şemşiye, bir ara sehpası, on altı denize atlayan çocuk, bir içindeki çocuğu koruyamamış, denize atlayan çocuklara “burada atlama oyunu oynamayın” diyen şahıs, iki gazete okuyan adam, dört dedikodu yapan madam, iki siyaset konuşan yaşlı, beş “Noolucak halimiz” diyen genç, 90 de-Sibel müzik, merdiven başında temiz deniz arayan iki saftirik, başkasının çocuklarına “ört üstünü - aç üstünü, deniz pis sokma - yok canım noolacak biz de denizde büyüdük, gölgeye git - güneşte kal” diyen sekiz her konunun uzman evebeyn ve doğal olarak olmayan rüzgar dolayısı ile beyaz şemsiye altında cozurdayan, alt alta üst üste vıcık yağlı ve dahi ağdalı bir topluluk. Yok ben almiiyim, kararını müteakip büfe çevresinde “o” ağacın altında oturmak, öğlen yemeği niyetine yiyeceğim ‘salata’yı hayal etmekle bitecek bu deniz işi. Halbuki benim hayalim ne? Sevgili Keriyer amcanın ‘global worming’den çoook önce ve hatta diyebiliriz ki beni düşünerek icat etmiş olduğu klima ile soğutulmuş evimde serin serin, püfürrr püfüüür, o koltuk senin, bu bahçe benim, bir o koltuğa, bir bu şezlonga... Doğru söyleyin hangisi daha mantıklı... Çekinmeyin söyleyin. Peki ben söyleyeyim; tabii ki denize gitmek. Başka türlüsü olabilir mi?
Serin ortamda ve ama mutlaka sevgiyle kalın.