Geçtiğimiz ay Robin Williams’ın intihar sonucu ölümü geride kalanlarda yarattığı acı ve üzüntünün ötesinde toplumsal etkiler gösterdi. Ruh sağlığına ve ruhsal bozukluklara sansasyonel durumlar dışında pek ilgi göstermeyen toplum ve ‘medya’ depresyon ve bipolar bozukluk ile intihar arasındaki ilişkilere ve ruh sağlığına değinen bilgiler paylaşıldı.
Ölümün nedenini alkol ya da uyuşturucu gibi ‘kötü tercih’lere bağlamak, bir anlamda problemin zemininde depresyonun ve bipolar bozukluğun temel rolünü unutmaya, bu ruhsal hastalıkların hayata getirdiği tehditleri azımsamaya götürebilir. Oysa ‘dual diagnosis’ (çifte tanı) diye bilinen durumlarda depresyon, anksiyete ve bipolaritenin tedavisinin alkol ve madde sorunlarını da ciddi ölçüde azalttığı gibi intihar davranışı ile sonuçlanabilecek ana sorunu da kontrol altına alabilmekte.
Williams’ın intiharının bir başka dolaylı sonucu ise, medyada intiharların nasıl ele alınacağı konusuna dikkatimizi bir kez daha çekmesi oldu. Basında intiharlara değinilme biçimi yeni intiharları tetikleyebilir miydi? Başka birisinin intiharına özenip kendi hayatına son verme eğiliminin basın-yayın yoluyla tetiklenmesi ve bir salgına yol açması konusunun geçmişi 19’uncu yüzyıl başında yayımlanan ‘Genç Werther’in Acıları’na uzanıyor. İntiharın mikrobu yok, ama fikir için bir tür cesaretlendirme rolü oynayacak durumların başka intihar girişimlerini tetiklemesini nasıl önleyebiliriz? Medyada intiharların ‘görkemli’ ya da ‘yürekli’ eylemler olarak sunulması, intihar eyleminin tüm ayrıntılarının (ölüm biçimi vb) paylaşılması, tekrar tekrar intihar etmiş kişinin yaşamına değil ölümüne odaklanan yayınların böyle bir rol oynayabileceği öne sürülüyor. İntihar gibi karmaşık ve çapraşık bir süreci medyanın teşvikine ya da özendirmesine indirgemek tartışılabilir; ama bu önlemleri uygulamanın intihar eylemlerini azalttığına ilişkin izlenim ve veriler var.
Bir örnek olarak Kurt Cobain’in 1994’deki ölümünden sonra basında yer alan bilgi ve haberlerde depresyon, bipolar bozukluk ve kaygı bozukluğu gibi duygudurumla ilgili ya da hiperaktivite-dikkat eksikliği gibi dürtüselliğin olduğu veya şizofreni gibi ruhsal bozuklukların getirdiği intihar riskinden bahsedilmesi intihar davranışlarını arttırmadığı gibi ergen ve gençlerin ruh sağlığına ne kadar titizlenmemiz gerektiğini hatırlattı. Çocukluk ve ergenlik döneminde başlayan ruhsal bozuklukların çoğunun bırakın tedavi edilmesini tanınmasının bile ‘tabu’laştırıldığı koşullarda toplumun uyanıklığından başka bir savunma aracı kalmıyor.
İntiharlar (ABD’de) 15-24 yaş arası ölümlerin (kazalar ve cinayetlerden sonra) üçüncü en sık nedeni olurken, 5-14 yaş arası ölüm nedenleri arasında altıncı sırada yer almaktadır. Ölümle sonuçlanmayan, ancak ruh sağlığında bozulmaya işaret eden intihar düşüncelerinin ve girişimlerini araştıran çalışmaların sonuçları çarpıcı. Lise öğrencileri arasında son bir yıl için ergenlerde intihar düşüncesi (akla getirme gibi) oranı yüzde 15,8, intihar planı yapma oranı yüzde 12,8 ve intihar girişim oranı yüzde 7,8 olarak belirtilmiştir. Ülkemizde 805 lise öğrencisi ile yapılan bir çalışmada ise (Eskin ve ark., 2007) intihar düşünce oranı yüzde 23, intihar girişim oranı yüzde 2,5 bulunmuştur. Bu verileri kaynak olarak aldığım Dr. Sebla Gökçe’nin ergenlerde ruhsal bozukluklar ve intihar hakkındaki bilgi verici yazısını www.yankiyazgan.com’da okuyabilirsiniz.
Ruhsal bozukluklardan ve nörobiyolojisinden söz etmeyi ‘ilaç lobilerinin’ bir faaliyeti olarak gören ‘sol-görünümlü’ bakış açıları insan doğasının biyolojik zeminini, genetik etkenleri ve bunlarla çevresel (sadece aile ya da psikososyal etkilerden ibaret olmayan) değişkenler arasındaki etkileşimi gözden kaçırıyor. Ciddi depresyonun ya da bipolar bozukluğun tedavisinde yarar getirerek hayati riskleri azaltacak ilaçların ve dirençli durumlardaki ilaç dışı biyolojik tedavilerin ‘kötü’lenmesi, kendisini ‘ağır’ ya da ‘İlaçlık’ durumda görmek istemeyen (ya da ilaç tedavisi olduğu takdirde ‘ağır’ durumda sayılacağına tersten düşünerek hükmeden) birçok kişinin kendilerine faydalı olabilecek tedavilerden kaçınmasını doğuruyor.
İlaçlarla (ve ilaç dışı nörobiyolojik tedavilerle) psikoterapileri birbirine tercih edilmesi gereken rakipmiş gibi konuşlandıranlar, bu iki ana yöntemin ruh sağlığının korunması ya da düzeltilmesindeki rollerini anlamayanlar istemeden de olsa, özellikle riski yüksek hastaların damgalanmak, dışlanmak korkusuyla kendilerine faydalı olabilecek tedavilerden uzak durmasına sebep olmaktalar. İlaç tedavilerinin etkilerinin sınırlarının ve yan etki profillerinin oldukça ayrıntılı biçimde bilinmesi bu araçlardan nasıl ve ne ölçüde faydalanacağımızı belirliyor. İlaç kullanımını rasgele yapanlar ya da tedavi sırasında yapılan hatalı uygulamalar yöntemi reddetme (ve insanları kendilerine yararlı olabilecek bir yöntemi uygulamaktan korku sebebiyle caydırma) gerekçesi olmamalı.
NIMH başkanı Thomas Insel’in Williams’ın ardından söylediklerine bakarsak, uzun yıllar boyu verilen bir mücadelenin başarısızlıkla sonuçlanması moral bozucu olabilir. Depresyon ya da başka bir ruhsal bozukluk yaşayanların küçük de olsa bir kısmının tedavileri kullansalar bile istedikleri sağlık düzeyine ulaşamamış olmasından tedirgin olabiliriz. Ancak Williams’ın hastalığının başlangıcından ölümüne kadar geçen zamanda ortaya koyduklarını (Can Dostum’dan Ölü Ozanlar Derneği’ne) seyredebilmiş olmamızı da onun bu mücadeleye sonuna kadar asılmış olmasına borçlu değil miyiz? Mücadelenin sonunda kaybedilmiş olması o zamana değin yaşanmışları anlamsızlaştırmaz. Williams’ın Patch Adams filminde hastanede neşe dağıtan adam rolünde söylediklerini benimsiyorum: ‘İşimiz sadece ölümü geciktirmek değil, hayatı yaşanılır kılmak.’
* www.yankiyazgan.com ve BirGün Pazar’da yayımlanmış yazılarımdan özetlenmiştir.