11 Eylül saldırılarından on üç yıl sonra, kökü kurutulamayan, hem bölge hem de dünya güvenliğini tehdit eden teröre karşı bir başka savaş başlıyor. Karşımızda yine bir gönüllüler koalisyonu var. Ancak İslam Devleti (İD) tehdidi karşısında bir araya gelen devletler, ulusal/mezhepsel çıkarlarını geri plana iterek ortak irade gösterebilecekler mi, orası meçhul. Bu da savaşın uzun süreceği yönündeki beklentileri artırıyor.
11 Eylül saldırılarından on üç yıl sonra, kökü kurutulamayan, hem bölge hem de dünya güvenliğini tehdit eden teröre karşı bir başka savaş başlıyor.
Karşımızda yine bir gönüllüler koalisyonu var. Ancak İslam Devleti (İD) tehdidi karşısında bir araya gelen devletler, ulusal/mezhepsel çıkarlarını geri plana iterek ortak irade gösterebilecekler mi, orası meçhul. Bu da savaşın uzun süreceği yönündeki beklentileri artırıyor.
2003 Irak müdahalesiyle terörle savaşın sadece askeri güçle kazanılmadığını tecrübe ettik. Bu açıdan söylem zenginliği için bile olsa Türkiye’nin dile getirdiği teröre zemin hazırlayan koşullarla ve cihatçı ideolojiyle mücadele özünde önem taşıyor. İD’in kökü kazınsa dahi yerini bir başka cihatçı grubun almayacağının garantisi yok. Selefi olan El Kaide’den farklı olarak egemenlik ve yönetim odaklı İD’in bölgede temsil hakkından yoksun gruplara yeni bir düzen sunması Ortadoğu’daki asıl sorunun iktidar kaynaklı olduğunun bir kanıtı aslında.
Bu sebeple Irak’ta Haydar el Abadi hükümetinin meşruiyet kazanıp kazanmayacağı, Suriye’de ise Esad rejiminin iktidar paylaşımına, çoğulcu bir yönetim şekline ikna olup olmayacağı İD’e karşı girişilecek savaşın cephe arkasında kazanılmasında belirgin rol oynayacak.
Hal böyleyken gözler Suriye ve Irak’taki istikrarsızlıktan kendi çıkarlarına uygun siyasi yapılar devşirmek isteyen Suudi Arabistan, Katar ve İran gibi aktörlere çevriliyor. Bölgede Sünni-Şii eksenli ve Sünniler içinde Vahabi-Müslüman Kardeşler çizgisi üzerinden süregelen iktidar çekişmesi durulmadıkça vesayet savaşlarının önünü almak mümkün olmayacak gibi.
Üstelik inanç üzerinden yürüyen jeopolitik rekabet, pastadan pay almak isteyen bölge dışı aktörleri de sorunlara dahil ediyor. Bugünkü ortaklıkların şekillenmesinde enerji alışverişinin rolünü unutmamak gerek.İç savaş öncesi dönemde Katar gazının Suriye’den geçmesi değerlendiriliyor; İran-Irak ve Ürdün’ü bağlayacak alternatif hat üzerine pazarlıklar yapılıyordu. Hatta Rusya ile ilişkilerin bozulmasından çekinilerek kamuoyundan bir süre gizlenmiş, konuyla ilgili Rusya’ya güvence verilmişti. Dolayısıyla 22 Eylül haftası New York’ta yapılacak Birleşmiş Milletler toplantısında Rusya’nın nasıl konum alacağı da operasyonun Suriye ayağını şekillendirecek.
İslam Dünyası İD’le savaşta samimiyse-iyimser bir yaklaşım da olsa-kendi içinde ideolojik detoksa gitmesi, teröre karşı toplu bir duruş benimsemesi gerekiyor. Ne var ki bölge çıkar çatışmaları sebebiyle ortak bir terör tanımından yoksun. Koalisyon denen yapı fazlasıyla kırılgan. Cidde’de ortak bildiriye imza koyan ülkelerin pek çoğunun, İD tehdidi palazlanıp kendi sınırlarını tehdit etmeye başlayıncaya dek örgüte doğrudan veya dolaylı olarak askeri ve mali destek sağladığı çeşitli kaynaklarca malum.
Türkiye’ye gelirsek... Rehine krizi sebebiyle manevra kabiliyetini Kürtlere kaptırmış olan Türkiye’nin, haftalardır dış basını meşgul eden sınırlarındaki denetimsizlik, kaçak petrol ticareti ve cihatçıların himaye edildiği gibi iddialar sebebiyle Batıyla müttefiklik bağları giderek sorgulanmakta. Buna bir süredir ABD Kongresi’nin terör örgütü olarak nitelediği Hamas’ın finansal liderinin Türkiye’de barınmasına ilişkin eleştirileri de eklersek, şu dönemde ihtiyacı olan son şey Katar’dan gönderilen Müslüman Kardeşler yetkililerine kucak açması olacaktır.
Öte yandan Türkiye’nin sınırlarında uzun soluklu bir savaşla yaşamaya alışması gerekiyor. Terörün sınır tanımazlığı da hesaba katıldığında maceraya atılmadan son derece hassas dengelerin gözetilmesi gereken bir döneme giriyoruz. Ayırım yapmaksızın teröre karşı net bir duruş almak, inançla şiddet arasına mesafe koymayı zorunlu kılıyor. Geçmişteki tüm yanlış hesaplara rağmen en azından koalisyon kapsamında ABD’ye vermiş olduğumuz taahhütleri yerine getirmek kaybettiğimiz itibarı biraz olsun geri kazandırabilir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamayı bu yönde bir dönüşümün işareti olarak yorumlamak mümkün... “Biz sınırımızda herhangi bir terör yapılanması, radikalleşme istemeyiz. Sünni Şii olması önemli değil. Şiiler yalnızlaşmış olsa onları da savunmak gerekirdi. Yapılması gereken bu tür tehditlere karşı ortak bir tutum sergilemek. Ortak tutumun bir taraf adına dönüşmemesine özen göstermek.”
Verilen sözlerin ardında durulup durulmadığı, perde arkasında devam eden uluslararası işbirliğinin detayları gün yüzüne çıktığında anlaşılacak. O zamana dek, Türkiye’nin İD’e karşı benimseyeceği siyasi duruş, hem kimliğini hem de dış politika yönünü belirleyecek bir pusula görevi görecek.