David OJALVO
Son dönemde aldığım en özel hediyelerden biri Jerzy Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’ adlı romanıydı. Yaklaşık yarım yüzyıl önce kaleme alınan eseri hemen okudum. Zira armağan eden kişi, kitabı kendi kütüphanesinden ayırıp bana vermişti. Edebiyata dair inancın güçlü izleri, böylesi paylaşımlarda daha yoğun hissediliyor.
‘Boyalı Kuş’ okuması kolay bir yapıt değildi. Şiddet edebiyatının rahatsız edici yönünü geri planda tutuyorum; çünkü II. Dünya Savaşı dönemine dair anlatılanların yaşandığını biliyorum. Hayat ve yaşanmışlıklar, kurgudan önce gelir. Kitabın kahramanı küçük bir çocuktu. Olayların ve şiddetin çocuğun üzerinden anlatılması, çocuğun algılamaları dramın tonunu birkaç doz daha arttırmakta, kara mizah ve ironinin ruhsal gerilimini pekiştirmekte. Yirmi bölüme yayılan kurgunun ilk 15-16’sı garip bir masalsı anlatımda. Savaşın bitimini ve savaş sonrası ilk dönemi konu alan son birkaç bölümü daha gerçekçi ve etkileyici buldum. Özetle kitabı konumlandırmakta zorlanıyorum; belki buna gerek de yok. Yine de, iç sesimi dinlediğimde kitabın kahramanı çocuğun yaşadığı onca kötülük, zarar ve ziyan karşısında yazarın sunduğu yarı nesnel çizgiyi kabullenmekte zorlanıyorum. Bu, aynı zamanda romanın başarısını açıklar mı? Bilmiyorum. Bildiğim savaşın, bir masal konusu olmadığı, olamayacağı... Ne var ki Kosinski’nin izlediği yol bu sanki. Öte yandan Imre Kertesz’in ‘Kadersizlik’ romanını düşünüyorum. Kertesz’in nesnel anlatımındaki duygusal izolasyonu çok daha dengeli ve gerçekçi bulmuştum.
***
Kosinski’nin kitabında II. Dünya Savaşı’nda ailesinden ayrı düşen, köyden köye, kötülükten kötülüğe sürüklenen kara çocuğun öyküsünü okuyoruz. Çocuk, bu sürgün sürecinde neredeyse gittiği her yerde yazarın tabiriyle ‘Çingene’ (veya Yahudi) olarak algılanmış, dışlanmış ve hor görülmüştür. Yazar, savaş sürecindeki düşmanlığı başarıyla aktarıyor. Böylelikle savaşın sadece toplama kampları veya cephelerde değil, cephe gerisi ile kırsalda da nasıl yıkıcı seyrettiğini açıkça anlatıyor.
Boyalı kuş yapıtta ‘dışlanmışlığı’ sembolize ediyor. Kötü kalpli gaddar Lekh’in kuşları yakalayıp, boyayıp, sürüsüne geri bıraktığında, sürüsünün kuşu nasıl yabancıladığını ve bu yüzden öldürdüklerini yazıyor Kosinski. Romanın en düşündürücü yönü bu öykü üzerine kurulu… Boya ile diğer kuşların algısındaki değişim... Buradan hareketle faşizmi, siyahî düşmanlığını ve ırkçılığın her türlüsünü anlamaya gayret edebiliriz. Dikkat edilmesi gereken nokta toplum içinde kimse kimseyi renklerle boyamıyor. İnsanoğlunun kara boyası sözleri, yalanları, iftiraları, dogmaları, sorgulamaya kapalı kısır zihinsel gelişimi, itaat ve cezaya dayalı sistemlerin toplumsal dokunulmazlığı… Özünde tarihi, boyalı kuşların tarihi olarak da okuyabiliriz. Ne var ki insanı, sürü kuşlarından ve diğer canlılardan ‘üstün’ kılan farkındalığı ve bu farkındalığı değerlendirebilmesi. ‘Üstün’ kelimesini tırnak içinde kullanıyorum; çünkü farkındalıktan hareketle ölümcül davranışlar sergileyebilen ve içgüdülerden daha da alçakça davranabilen yine insanoğlunun ta kendisiydi. Genelleştirmelerden bir kez daha kaçınmak istiyorum ve kuşları, insani değerleri boyayan zihniyetten geleceğin arınmasını yeniden ümit ediyorum. Gelgelelim Kosinski’nin ‘o güzel dünya’ düşünün aşırı kırılganlığını ortaya koyduğunu belirtmeliyim. Savaş, cehalet kavramıyla birleştirildiğinde, birey ve toplumun kimyasını bozan korkunç bir yıkım demek. Savaşta, kuşa sürülen boya adeta insan kanına karışıyor.
Değindiğim gibi, eserin son bölümlerini özellikle sevdim. Sovyetler Birliği sayesinde çocuğun okumayı öğrenmesi, Gorki’yi keşfetmesi, nispeten farkındalık kazanması… Sanatın ve eğitimin değeri üstün ve ışıldıyor. Oradaki aydınlık, benim toprakları barıştan anavatanım.