Haftaya İslam Devleti’yle (İD) mücadeleye yön verecek üç önemli gelişmeyle başladık. Bunlardan biri ‘Eğit – Donat’ programı kapsamında Suriye’den gelecek ılımlı İslamcı muhaliflerin Türkiye topraklarında belirlenecek bir askeri üste, ABD kontrolünde eğitilmeleri üzerine anlaşmaya varılması; ki teknik detaylar Türkiye’ye gelecek ABD heyetiyle yapılacak görüşmelerin ardından netleşecek.
Haftaya İslam Devleti’yle (İD) mücadeleye yön verecek üç önemli gelişmeyle başladık. Bunlardan biri ‘Eğit – Donat’ programı kapsamında Suriye’den gelecek ılımlı İslamcı muhaliflerin Türkiye topraklarında belirlenecek bir askeri üste, ABD kontrolünde eğitilmeleri üzerine anlaşmaya varılması; ki teknik detaylar Türkiye’ye gelecek ABD heyetiyle yapılacak görüşmelerin ardından netleşecek.
İkincisi, 2 Ekim’de geçen tezkerenin ardından Türkiye’nin uluslararası koalisyona vereceği desteğin şekli merakla beklenirken, önce İncirlik dahil, askeri üslerin ABD ve koalisyon güçlerinin kullanımına açılacağının duyurulması, ardından Türk tarafının pazarlıkların sürdüğünde ısrar etmesi.
İD ile nasıl mücadele edileceğine dair koalisyon güçleri arasındaki görüş ayrılıkları ve özellikle Suriye’deki Esad rejiminin bekası konusunda ülkelerin farklı önceliklere sahip oldukları malum. Türkiye’nin ise buna ek olarak ülke içinde Türk-Kürt çatışmasının geleceğini belirleyecek olan çözüm süreci, hem de zamanında Suriyeli muhaliflere verilen desteğin yan hasarı diyelim, içeride İD’e sempati duyan bir tabanın oluşması/varlığı, konunun üzerine giderken daha hassas hareket etmesini gerektiriyor. Buna bir de hükümetin Esad rejiminin gitmesi üzerine kurulu denklemde ısrar etmesini ekleyelim.
İşte bu son gelişmeler, uluslararası güçler dengesine rağmen belli politikaların dayatılmasının mümkün olmadığını gösteriyor. İran ve Rusya’dan rejimin değişmesine yol açacak askeri müdahalenin kabul edilemez olduğuna dair uyarılar, gerek ABD gerekse NATO’nun önceliklerinin Esad değil İD’le mücadele olduğunun birçok kereler altını çizmiş olması ve tampon bölge çağrılarının sonuçsuz kalmasını da dikkate alırsak, gelişmeleri Ankara’nın bölgesel dinamiklerle uyumlu, daha gerçekçi bir dış politika çizgisine dönüşü olarak yorumlayabiliriz.
Gündemi işgal eden bir diğer konu ise Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Kobani’ye silah gönderdiklerine ilişkin açıklamaları... Bu konu neden önem taşıyor? Öncelikle, iddialar doğru ise, Kuzey Irak’taki Kürdistan Demokrat Partisi KDP ile Suriye’de özerk yönetim kurmuş olan PYD arasındaki buzların eridiğine işaret ediyor. Diğer nokta, iddia edildiği gibi silah ve mühimmat gönderildiyse, bunun coğrafi olarak Türkiye’den geçmiş olması gerçeği. Bu da haftalardır hem içeride hem de uluslararası kamuoyunda yankı bulan Kobani’ye insani yardım ve silah desteği için koridor açılması yönündeki taleplerin sonuç verdiğini anlamına gelir.
Kafalarda soru işaretleri oluşurken, Hürriyet Daily News'a konuşan PYD lideri Salih Müslim, Barzani'den askeri yardım aldıklarına ilişkin iddiaları reddetti. Buna karşılık Türkiye'den ilk kez tıbbi destek ulaştığını belirterek koridor konusunda beklentilerinin devam ettiğini ekledi. Belki de asıl sorulması gereken soru yaşanan çelişkili enformasyon akışının hani kitleleri yatıştırma amacı taşıdığı? Türkiye'deki Kürtler? İD? PYD? Türk kamuoyu?
Geçtiğimiz hafta 36 kişinin ölümüne yol açan şiddet olaylarının ardından hükümetin aldığı tavır oldukça sert. Bir bakıma Kobani konusunda atılmakta olan adımların kamuoyu tarafından taviz olarak algılanma olasılığına set çekecek cinsten. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Şu şımarıklığa bakın! Türkiye Kobani’ye yardım etseymiş,” ifadeleri, diğer taraftan güvenlik güçlerinin yetkilerini artırmaya yönelik girişimler de iç politikadaki sert söylemin pratiğe yansıyacağının kanıtı.
Gerilimi tırmandırmanın siyasi maliyeti ise bir hayli yüksek. Kendiyle kavgalı bir ülke görünümünün ‘Yeni Türkiye’ hedefleriyle bağdaşması mümkün olmadığı gibi, olası bir toplumsal infial halinin sadece iktidarı sarsmakla sınırlı kalmayacağı, ülkeyi topyekûn bir iç savaşa sürükleme potansiyelinden bahsediyoruz. Ekonomik istikrarın üzerine titreyen hükümetin, siyasi istikrarı dışlaması beklenemez. Hele ki seçimler yaklaşırken.
Dolayısıyla dünya gerçeklikleriyle uyumlu bir dış politikanın, içeride ılımlı ve uzlaştırıcı bir iç siyasetle desteklenmesi uzun vadede Türkiye’nin çıkarına olacaktır. Belki de bu açıdan AB ilerleme raporunda yer alan temel hak ve özgürlükler ve hukukun üstünlüğü konularındaki eleştiriler dikkate alınır. Böylelikle İD ve PKK ile paralellik kuran, Sünni toplumu dışlayan siyasi zihniyetin İD’e zemin sağladığını düşünen yöneticilerimiz, her türlü radikalleşmeye karşı verilecek mücadelenin, demokratik, çoğulcu ve kapsayıcı bir yönetimden, şiddetin dışlanmasına ve siyasetin meşru yollardan yürütülmesine olanak sağlayacak düzenden geçtiğine kanaat getirirler.