Londra’daki Kraliçe Savaş Müzesi’nde, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk esirlerin boncuklardan yaptıkları yılanlar sergilenmektedir. Ayrıca, bir hayvanın köprücük kemiğine yapılmış gemi resmi de müzeyi gezenlerin ilgisini çeken eserler arasındadır. Adı bilinmeyen bir Türk esir tarafından çizilen gemi, adına Anadolu’da türküler söylenen ‘Yavuz’dan başkası değildir!
Birinci Dünya Savaşı’nda ağır yara alan Yavuz, Kasımpaşa Tersanesi’ne çekilir. Gemiyi ‘inşaiye mühendisi’ Deniz Binbaşısı Ahmet Saim Bey onararak yeniden savaşa katılımını sağlar.
1938 yılının 19 Kasım günü, Sarayburnu açığında görürüz Yavuz’u. Beklediği, son yolculuğuna uğurlanan, bir daha hiç geri dönmemek üzere İstanbul’dan ayrılan Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yavuz’un İzmit’e götüreceği özgürlük çocuğu, oradan da özel bir trenle Ankara’ya uğurlanacaktır. Sarayburnu kıyısına dikilen ilk Atatürk heykeli de zaten, sırtını Topkapı Sarayı’na dönmüş, Anadolu’ya bakmaktadır.
Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkan Atatürk’ün naaşına birçok siyah çelenk eşlik eder. Bunlardan biri, Güzel Sanatlar Akademisi’nin üç öğrenci tarafından taşınan çelengidir. Çelengin ortasında, iki erkek arkadaşının arasında yürüyen genç kızın adı Cahide Tamer’dir ve bu öğrenci, Yavuz’u onaran Ahmet Saim Bey’in kızıdır!
Hocası İbrahim Çallı’nın bir portresini yapıp armağan ettiği Cahide Tamer, Akademi’nin Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirir. Tamer, 1955 yılında bir gün, Erenköy Kız Lisesi’nde öğrenciyken Fransızca hocası olan Refika Hanım’la karşılaşır. Hocası, kadın mimarın yaptığı restorasyon çalışmasını öğrendikten sonra şunları söyler:
“Bizim orada bir evimiz vardı, vaktiyle padişah aileme vermiş.”
Tiyatro sanatçısı Lale Oraloğlu’nun annesi olan Refika Hanım’ın ‘orada’ diye söz ettiği ve Cahide Tamer’in onarmakta olduğu yer, Rumelihisarı’dır. 1900’lü yılların başlarında kendi haline bırakılan hisarın avlusunda zamanla bir mahalle kurulur. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ise tarihi eserin Deniz Müzesi olarak kullanılması düşüncesi atılır ortaya. Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın isteği doğrultusunda hisarın avlusundaki evlerin istimlâk işlemleri başlatılsa da, savaşın yenilgiyle sonuçlanması projenin rafa kaldırılmasına neden olur.
Rumelihisarı’nın tarihine bir göz attığımızda, en ilginç olayın 1593 yılında yaşanıldığını görürüz…
Osmanlı tahtında Sultan III. Murat oturmaktadır. Ağustos ayının son günlerinde, zindan olarak kullanılan Rumelihisarı’ndaki gayrimüslim mahkûmlar, kapatıldıkları kulenin kubbesini delmeyi başarırlar. Yatak çarşaflarını birbirine ekleyerek kuleden aşağıya sarkıtan on altı mahkûm, kimselere görünmeden gecenin karanlığında izlerini kaybettirirler. Bu kaçış olayı III. Murat’ı çok sinirlendirir. O yıl zaten sipahiler ayaklanmış, deprem olmuş ve Avusturya’yla da ilişkiler kötü gitmektedir. Tüm bu olayların üst üste gelmesinden midir, bilinmez, padişah Rumelihisarı dizdarının ve kethüdasının öldürülmesini emreder. Kaçan mahkûmlar her yerde aranılır, ama bulunamazlar. Kaçakların kadınlar gibi kara çarşaflara dolanarak İstanbul sokaklarında gezindikleri, gayrimüslimlerin evlerinde gizlendikleri ve bir Venedik gemisine binerek İstanbul’dan ayrıldıkları, kısa bir süre sonra öğrenilir.
Yapımında Fatih Sultan Mehmet’in bizzat bulunduğu, hatta yüzey şeklinin elverdiği ölçüde şeklini imzasına benzetmeye çalıştığı Rumelihisarı’nın bir kadın mimar tarafından onarıldığı bilinmez. Cahide Tamer, hisarın onarımına 16 Mayıs 1955 günü düzenlenen bir törenle başlar. Hisarın yeni haliyle açılışı ise, İstanbul’un alınışının 505. yıldönümü olan 29 Mayıs 1958 tarihinde yapılır. Bu arada, onarım çalışmalarına katılan, emek veren iki kadın mimar daha vardır! Bunlar, Selma Emler ve Muallâ Eyüboğlu’dur. Prof. Dr. Afet İnan, 9 Ekim 1959 tarihli Hayat Mecmuası’nda, bu olayı şu başlıklı yazısıyla duyurur:
“Rumelihisarı’nı Üç Türk Kızı Restore Etti”
Her üç kadın mimarımız da ‘yüksek’ unvanını taşımaktadır. Bu da bize, Can Yücel’in şu dizelerini anımsatır:
Yüksek mimardan geçilmeyen bu ülkede
Yüksek olmayan mimar
Bir tek Mimar Sinan var
Ne gariptir ki, Cemal Süreya’nın da, aynı konuyu ele alan bir şiiri vardır. Şairin Teknokratlar adlı iki dizelik şiiri büyük benzerlik gösterir, Can Yücel’in dizeleriyle:
Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de
Bir sen kaldın alçak mimar ey Sinan Usta!
Acaba hangi şair ötekinin etkisinde kalmıştır? Ya da iki şair birbirinden habersiz aynı şiiri mi yazmıştır? Yoksa, biri ötekinden çalmış mıdır? Bakın, bu son söylediğimiz, birilerinin iştahını kabartır. O birileri ki, şiir hafiyeliğini marifet sanarak, Türk şiirine ‘çalıntı’ damgasını vurmakta iştahlıdırlar. Biz ise, bu kısır, küçük ve sığ hesapları elimizin tersiyle, ne eli, serçeparmağımızla bir kenara itelim ve kirazıyla da meşhur olan 1961 yılının Rumelihisarı’na gidelim...
‘Yüksek’ mimarların sayılarının çoğalmasına paralel olarak, İstanbul’a tepeden bakan ve güzelliğine gölge yapan yüksek binaların ortaya henüz çıkmadığı 1961 yılının ilkbaharında, Cahide Tamer’i hisarda birini beklerken görürüz. Gelen, tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul’dur! Rumelihisarı’na bir açık hava tiyatrosu yapılmasını isteyen Muhsin Ertuğrul’un bu düşüncesi, Cahide Tamer tarafından olumlu karşılanır. Böylelikle tarihi eser, yaz aylarında tiyatro gösterilerine, konserlere de kapılarını açmış olur.
Spiker Ümit Aktan, çocukluğunda babasıyla birlikte Rumelihisarı’na tiyatro izlemeye gittiğini anımsıyor. İlk gittiği oyunda çok az sayıda izleyici görünce “Neden kimse gelmedi?” diye sorar babasına. Tiyatroya değer veren güzel baba gülümser:
“Evladım, bugün insanoğlu Ay’a ilk kez adım atıyor. Herkes radyosunun başında bu olayı dinliyordur.”
O gün, takvim yaprakları Neil Armstrong’un Ay’a ilk adım attığı 20 Temmuz 1969 tarihini göstermektedir...
Uzaydan Çin Seddi’nin göründüğü söyleniyor. Peki, Rumelihisarı görünüyor mudur?
Bırakalım uzayı, Rumelihisarı İstanbul’dan bile görünmüyor.
Ne Rumelihisarı...
Ne Cahide Tamer...
Ne de Muhsin Ertuğrul’un tiyatro sevdası...