Kimse hiçbir zaman anlayamayacaktır onu, anlayamaz? Çorabı, kravatı, gömleği işportadan, elbisesi eskiciden alınma bir Galatasaraylıyı, böyle bir çağın Yunus Emre’sini kimler anlayamazsa; günün içinden geçmekte olan gece gibi bir Ziya’yı kimler anlayamazsa onlar...
“İyilik... Ürperişi vücutta ruhun.”
Bütün bir Ziya Osman Saba şiiridir bu... Temiz yürekliliğin, merhametin, kanaatkârlığın şiiri...
Bir küçücük evin hayaliyle yaşayıp ona sahip olamamak. Yine de mesut olmak, çocuğunun doğduğu Misakımilli Sokağı No. 37’de. İstanbul’dadır ya, “yerde her taşını öpüp başına koymak istediği şehirde”, yeter o kadarı.
Lisesinden mezun olduğu Galatasaray’a âşık, radyodan kalp çarpıntılarıyla maçlarını dinleyecek kadar. İstanbul’a âşık, “Orada kalmak için kapıcı olmaya razıyım” diyecek kadar. Bir de denize âşık, şehirde işleyen vapurların (en eskilerini en çok severek), şehre gelen yabancı gemilerin sicillerini ayrıntılarıyla bilecek kadar: “Bir deniz kıyısında kursam kulübemi... / İsterim her şeyim denizden yana olsun / Çakıl taşları, şeytan minarelerim, yosun, / Deniz sesi, deniz ufku, deniz meltemi...”
Küçük yaşta ana-babasını yitirmiş: “Benim de bir anne üstüme titrer / Bir baba benimle iftihar ederdi.” Ölüm kol gezer şiirlerinde, eski güzel günlere dönmek gibi bir şey olarak... Bazı, “Açılın, açılın tekrar / Çocuk dizlerimdeki yaralar” der, bazı hasretle inler: “Ölüler! Özlemez olur muyum dünyanızı, / Aranıza karışmış annem var, babam var.”
Tanrısıyla dertleşir, hep aynı konuda: “Bir gün ver bana Tanrım,/ Ta çocukluğumdan kalmış...” Tabuttan, mezardan, Tanrı’dan bunca söz eden şair dinibütün sanılmasın, öyle değildir. Öyle olmak ister, onu yazar, olmak istediğini. Çoğu şair gibi. “Kalbim, sen çocuk kaldın, tanımadın kini, / Memnun olacağım senden bir baba kadar” deyişi, kindar nesiller yetiştirmek isteyenlerin iktidarında unutulup gitmiş bir saflık, çocuk kalbine iman eden bir dindarlıktır. İnsanın her an “Allah ne kadar iyi!” diyeceği bir dünya hayali...
Dostluğun en sade, en dokunaklı şiirine, “Düşümde gördüm Cahit’i” diye başlar Ziya Osman. Bitmez o şiir, yarınlara sürdürür yürüyüşünü. Cahit Sıtkı’ya Galatasaray’ın onuncu sınıfındaki sıra arkadaşlığı günlerinde Baudelaire’i tanıtarak, onda şiire karşı gerçek ve köklü denilebilecek ilk ilgiyi uyandıran insandır o. Dostlar bunun içindir, sendeki aşk kıvılcımlarını büyük yangınlara dönüştürmek, seninle yanmak için. “Her mihnet kabulüm, yeter ki / Gün eksilmesin penceremden!” diyen Cahit’e, “Çok şükür öleceğiz” diyen bir Ziya gerekir. “Şiirde biçim sorununa bu kadar takılıp kalmam, fizik çirkinliğimin ürünüdür.” diyen Cahit’e, “Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi!” diyen bir Ziya... Sanki biraz da Cahit’in babası gibi... Aslında içten içe hep kendisinin beklediği: “Yine ortancalar altı camının, / Dışarda sükûnu yaz akşamının, / Bahçemiz sulanmış, ıslak her çiçek, / - Kapı çalınacak, babam gelecek...”
Cahit Sıtkı’dan üç buçuk ay sonra yaşama veda edecek, dayanamayacaktır, “Nedir ki eninde sonunda ölüm? / Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?” diye sormuş olan dostunu sadece düşünde görmeye... Kederden ölen lori kuşlarının soyundandır Ziya Osman.
En derinden kim anladı onu? Cemal Süreya: “Şiiri küçük dayının şiiridir. Günün birinde trafik kazasına kurban gidecek bir dayının.” Göztepe Pansiyonlu İlkokulu yıllarında annesine duyduğu hasretin simgesini şairin mektep karyolasındaki şiltesinde bulan, o şilteye uzanıp kimselere belli etmeden usul usul ağlayan Enver Aysever: “Elimde Ziya Osman’ın kitabı. Tüm şairlerin yaşadığının bir kanıtı gibi tutuyorum elimde. Her birine içten bir özlem duyuyorum.” Ziya Osman Saba şiiri kadar ince, kırılgan, duygu dolu öyküleriyle, örneğin ‘Küçük İkramlar’la Onur Caymaz: “Dünyadaki hissesine razı bütün insanların iyimser ışığı geçiyor yüzünden.”
Kimse hiçbir zaman anlayamayacaktır onu, anlayamaz? Çorabı, kravatı, gömleği işportadan, elbisesi eskiciden alınma bir Galatasaraylıyı, böyle bir çağın Yunus Emre’sini kimler anlayamazsa; günün içinden geçmekte olan gece gibi bir Ziya’yı kimler anlayamazsa onlar...