Hep söylerim, sürekli okuyucularım da bilir. Sebeb-i hayatımın bir dediğini iki etmem. Üç? Hiç etmem! Kendileri, üzerinize afiyet uzun uçuşlardan hiç haz almaz, bana bu durumda ne düşer? Sebeb-i hayatım ile fırsat buldukça yakın yerlere gider, kendisini bu konuda hoş tutarım.
Üzerinize afiyet ben geri dönüşü olmayan konuların randövü’lerinde biraz pimpirikliyim. Bu gibi durumlarda bir yere vakitli gitmenin tek yolu vardır benim için, erken gitmek! Uçak dedin mi, şakası yoktur. Erken gidilmesi gerekir havaalanına... Bana göre en az dört, bilemedin, yüksek hatırın için üç saat önce prezente olacaksın. Yol var, trafik var, bir bakan ‘temaslarda’ bulunmak üzere gelmiştir, yollar ona tahsis edilmiştir veya ne biliiim yağmur yağar, lastik patlar, kuş uçar, kelebek konar... Neme lazım, ben erkenden yola çıkayım, en kötüsü elit mertebesine erişmiş bir arkadaşın yayına kaynaşır, Cip salonunda bir şeyler atıştırırız. Siz de söyleyin, daha keyifli değil mi? Gecikme ihtimali stresine karşılık 5 yıldızlı otel konforunda sohbet...
Öğlenin bir saati bindik uçağa. ‘Cip’teki yemekler henüz yemek borusundan aşağıya doğru inerken, uçaktaki yemek geldi. ‘Ayb’ olmasın hostes hanım kızımıza diye onu da yedim. Saat olmuş öğleden sonranın erken 14’ü, bilemedin dersen hadi olsun 15’i. Uyku emri geldi kaptan pilottan. Tüm ‘wimdow blaynd’lar kapatıldı. Kabinin içi karardı, turuncu, mavi gece rengi ışıklar, loş bir aydınlatma yaparken, el ayak çekildi, dostlar koltuklarına döndü. Eee…? Benim uykum var mı ki ne? Madem uyku mecburi, gelin o zaman sırtımı pış-pışlayın... Bi masal felan anlatın bari...
Yalnızca 14 saat olmuştu sevgili kaptan pilotumuz, “kabin kru, teyk off pozişin” diyeli... Zaman dediğin nedir ki, bir içimlik su, geçeeer gider, geriye kalan anılardır... Anılar. Melekler şehri Los Angelos’a iniş yaptığımızda sebeb-i hayatımın bana bakışlarının pek bir ‘melake’ gibi olduğunu söyleyemeyeceğim. Sanırım uçuş pek ‘kısa’ gelmedi ona! Muhtemelen beni ‘meleklere kavuşturmak’ gibi planları kreatif planlamalar içindeyken, sırıtarak “bak işte vardık” dedim. “Sayılı saat çabuk geçer...” O anda bir bakış daha geldi sebeb-i hayatımdan... Başka çarem olmadığından bir daha gülümsedim. Yepyeni maceralara, yeni anılara yelken açmak üzere olduğumuzdan benim ve ‘mecburen onun’, içi içine sığmıyordu.
Los Angelos… Valla ne diyeyim; ben pek sevemedim. Şimdi Los Angeles’i çok sevenler derneği ayağa kalkmasın bu benim düşüncemden. Hani olur ya, TV’den, filmlerden gördüğünüz kadarı ile zihninizde bir ‘fotoğraf’ canlandırırsınız ya, işte böyle bir şey oldu bana. Gittim, gördüm ve zihin fotoğrafımda yarattığım Los Angeles’ın daha ihtişamlı, ulaşımı daha kolay ve bir o kadar da masrafsız olduğunu fark edince, yüksek beklenti karşılanmadı “puffffff” diye sönüverdim. Hollywood Bulvarı, Şöhretler Kaldırımı, betona basılmış el ayak izleri filan bana çok şaaaşalı ve görülesi gelmedi. Santa Monica, Beverly Hills tepeleri, Rodeo Drive, Sunset, Venice Beach, Marina del rey... Gittiğimiz yerlerden bazıları, hani giderseniz buralara da uğrayın mutlak...
Öğlen yemeğini ciiiz faktori’de yedik. Bak ona laf söyletmem. Abiler hakkını vermiş işin. Başta ben birlikte gittiğimiz dostlar, oluşturduğumuz minik bir grup ile mümkün olduğu kadar ‘recim’ takılıyoruz hesapta. Bir taraftan da 14 saat uçmuşuz, “yemiyelim de şişelim mi?” muudunda olduğumuzdan, yemek sonrası ‘dadlu niyetine’ söööle ortaya ufak ufak bir şeyler söylemeye karar verdik. Hani hesapta ortaya söyleyecek ve az az tadına bakıp işi tadında bırakacağız. Sonuçta ondan da bundan da şu da olsun, bir de falanlı derken herkese 1 dilimden fazla söylemiş bulunduk... Derler ya, “fin al patladiyar”, işte o durum... Bay di wey akşam yemeğinde de ‘adı lazım olmayan’ denizden babam çıksa yerim restoranına gidiyoruz. Adını merak ettiyseniz bana şahsen sorun, adı da lazım değilgillerden...
Ertesi gün olmazsa olmazımız: Universal Stüdyoları’nın ziyareti. Amerikan rüyasının oluşmasında etkili olan filmlerinin nasıl çekildiğine dair perde arkası olaylarını, film çekim tekniklerini görebileceğimiz büyüük bir stüdyo. Yıllaar yıllar öncesinden çok bir şey değişti mi diye soracak olursanız, yok; pek bir şey değişmediğini söyleyebilirim. Yeni teknolojiler, yenilikler ilave olmuş. Eskiden olmayan yeni yetme transformers, dinozorlar, Şrek, Lost gibi filmlerin yeni atraksyonları katılmış stüdyoların arasına. Bizim emektar ‘cavs’ halen orada, beyhude yere halen ağzını açıp kapıyor. Günlerini doldurmuş ama yaşı tutmuyor... Son birkaç sene diyor, sonra emekli olup Florida’ya gideceğim. En tantanalı gösterilerden bir Waterworld... Filmin minik bir özeti gibi. Jet skiler, motorlar, ateşler, patlamalar, yukarıdan düşmeler... Burdakilerin yanında Cüneyt Arkın abartıları zayıf kalır... Her türlü aksiyon var... İnanmayacaksınız ama final sahnesinde 10 metrelik boşluğu aşan bir uçak, pofff diye suya iniyor... İnandırıcı mı? İnandırıcı! Güzel mi? Güzel! Hoş vakit geçiyor mu? Geçiyor. Eee daha ne isteyelim? Biz de bir oraya bir buraya bir hamburgerciye... Akşamı ettik...
Bir sonraki yazıda istikametimiz San-faran-sis-ko... O zamana kadar sevgiyle kalın...