The New York Jewish Week gibi orta ve orta-sağ eğilimi temsil eden bir gazetede İsrail’e yönelik eleştirel dozu yüksek bir başyazının yayınlanmış olması da oldukça dikkat çekici. Makale geçtiğimiz yazdan bu yana, Kudüs’te adeta ‘sessiz bir intifada’ devam ederken ve Filistinliler BM aracılığıyla uluslararası tanınma yolları ararken, Netanyahu’nun tek taraflı politika izlemesinin İsrail’i diplomatik düzeyde yalnızlaştırdığına ve uluslararası itibarını zedelediğine dikkat çekiyor.
Doğu Kudüs’te giderek artan şiddet olayları “3. İntifada yolda mı?” tartışmalarını körüklerken, diğer taraftan dünya gündemine ABD – İsrail ilişkilerine gölge düşüren hakaretamiz nitelemeler damga vurdu. The Atlantic dergisine konuşan bir ABD’li yetkilinin Başbakan Binyamin Netanyahu için korkak anlamına gelen bir sıfat kullanması iki ülke arasında soğuk rüzgârlar estirdi. Her ne kadar Beyaz Saray ismi gizli tutulan yetkilinin diplomasiyle bağdaşmayan beyanatına mesafeli yaklaşsa da, durumu iki ülke arasında bir süredir biriken bastırılmış hoşnutsuzlukların bir dışavurumu olarak görmek mümkün. Özellikle böylesi bir açıklamanın Savunma Bakanı Moşe Ya’alon’un tartışmalı geçen Washington ziyareti ve Netanyahu’nun Doğu Kudüs’te 1000 kadar yeni yerleşim birimi inşaatını onayladığını duyurmasının ardından gelmesi düşündürücü.
Barış görüşmelerinin sekteye uğramasından bu yana gerek Gazze Savaşı’ndaki sivil ölümler gerekse yeni yerleşimler meselesi Obama yönetiminin yeterince başını ağrıtıyordu. Özetle sorun, aralarındaki özel müttefik ilişkisine rağmen, ABD’nin İsrail’in tek taraflı politikalarını hem kendi halkına hem de dünyaya karşı savunmakta giderek zorlanması. İsrail’in Kudüs’ün geleceğine yönelik kararları tek başına almasının barışla bağdaşmadığı söyleyen ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki’nin açıklaması da bu görüşü destekliyor. Üstelik İsrail ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin geleceğinde iki devletli çözümün belirleyici olacağını da ekliyor Psaki.
Buradan hareketle ABD’nin İsrail’e yönelik yaklaşımında radikal bir değişiklik beklemek elbette gerçekçi değil. ABD İsrail’e maddi yardım sağlamaya, askeri işbirliğine, Birleşmiş Milletler’de İsrail’i koruyup kollamaya devam edecek. Ancak iki ülkenin ulusal çıkarlarının İran’la nükleer müzakereler gibi birçok konuda ayrıştığını da kabul etmek gerekiyor. Zaten müzakereler için verilen son tarih yaklaştıkça iki ülke arasındaki gerilimin artması tesadüf değil.
Netanyahu’nun, 5 Kasım’daki ara seçimler sonrası Kongre’de çoğunluğu Cumhuriyetçilere kaptırması muhtemel Obama yönetimi ile ilişkileri germekten çekinmemesinin arkasında, İsrail yanlısı lobilerin Kongre’deki desteğine duyulan güven yatıyor. Ancak yapılan kamuoyu araştırmalarının işaret ettiği bir gerçek var. O da Amerikalı genç neslin İsrail’in politikalarına daha mesafeli yaklaştığı. Siyasete dönüşmesi zaman alsa bile uzun vadede toplumsal bir değişimin ayak sesi olması bakımından önem taşıyor.
Bu açıdan The New York Jewish Week gibi orta ve orta-sağ eğilimi temsil eden bir gazetede İsrail’e yönelik eleştirel dozu yüksek bir başyazının yayınlanmış olması da oldukça dikkat çekici. Makale geçtiğimiz yazdan bu yana, Kudüs’te adeta ‘sessiz bir intifada’ devam ederken ve Filistinliler BM aracılığıyla uluslararası tanınma yolları ararken, Netanyahu’nun tek taraflı politika izlemesinin İsrail’i diplomatik düzeyde yalnızlaştırdığına ve uluslararası itibarını zedelediğine dikkat çekiyor.
Bu imajın uluslararası yansıması da günden güne kendini belli etmekte. Gazze’deki savaşı takiben Avrupa’da yükselen İsrail karşıtı hareketleri “Onlar zaten öteden beri antisemit” diyerek savuşturmak isteyenler olabilir. Ancak geçtiğimiz hafta İsveç, Filistin devletini tanıdığını açıkladı. Malta ve Güney Kıbrıs’ın ardından... Tüm bu gelişmeleri alt alta koyduğumuzda İsrail’in uluslararası desteğinin aşınmaya başladığı sonucu çıkıyor.
Tabi, barış görüşmelerinin yürümemesinin tek sorumlusu İsrail olmamalı. Ancak Doğu Kudüs’teki Arap bölgelerine Yahudi yerleşimcileri göndermenin, iki toplum arasında yeni öfke tohumları ekmekten öte fayda sağlamayacağını da görmek gerek. Üstelik herhangi bir anlaşma durumunda yerleşimcilerin olduğu bölgelerin İsrail’de kalmasının talep edileceği düşünülürse, yayılmacı politikaların devamı çözüm süreci konusunda ister istemez samimiyetsiz bir görüntüye yol açıyor.
On dört yıl aradan sonra İsrail’e Mescid-i Aksa’yı geçici süreyle kapattıran Doğu Kudüs’teki olaylar, güvenlik sorunlarını bir kez daha gündeme taşırken, aslında barışın sadece askeri güçle tesis edilemeyeceğini de gösteriyor. Kalıcı barış ancak siyasi ve toplumsal mutabakat zemini üzerine taraflar arası diyalog yoluyla inşa edilebilir. Sahadaki güçlü devlet olarak tüm imkânlarını barış için seferber etmek yerine barışın ve savaşın tüm koşullarının tek belirleyicisi olduğunda ısrar etmek maalesef bu zemini dinamitliyor.
Dolayısıyla 1 Kasım’da aralarında iki eski Mossad başkanının da bulunduğu 100’den fazla üst düzey güvenlik yetkilisinin imzasıyla Başbakan Binyamin Netanyahu’ya gönderilen mektup dikkate değer bir gelişme. Mektupta Netahyahu’dan Filistin Yönetimi Lideri Mahmud Abbas’la barış görüşmelerinin yeniden başlamasını talep ediliyor. Nihayetinde amaç iki devletli çözüm seçeneği üzerinden kalıcı barışın sağlanmasına aracılık etmek. Bu hafta içinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Filistin Yönetimi’nden Başmüzakereci Saeb Erekat ile Filistin’in tanınma talebini BM’e götürmeden önce, barış görüşmelerine bir şans daha verilmesi amacıyla Washington’da bir araya gelecek. Diğer bir deyişle yeni bir diplomasi turu başlamak üzere. Gidişatı belirleyecek olan ise Abbas ve Netanyahu’nun yönetimdeki radikal sesleri nasıl idare edecekleri. Çözümsüzlüğün çözüm olmadığı, şiddet yarattığı gerçeği ortadayken, bu kez karşılıklı sağduyu galip gelse.