Yine birlikteyiz, gezi yazısı yatağında, sohbet kıvamında bir yazıyla yine karşınızdayım. Melekler şehri Los Angeles’i geride bırakmak üzere Virgin Eyrlayns Havayolları ile San Fransisco uçağındayız. Her şey rutine uygun ve dahi sakin bir şekilde ilerlerken işte o an, standart tiplemedeki ‘hayatından bezmiş’ hostes anonsu, “bla bla bla iki adedi ön tarafta... Gösterildiği şekilde açılır, belinize göre ayarlanır ve gösterildiği şekilde bağlanır...” diye ‘uçağın düşmesi’ ile ilgili, düşme anında uygulanması na-mümkün bir o kadar boş ve gereksiz bilgiler... “Amaaan yine aynı şeyler” diye ilgilenmeyip uyumaya hazırlanırken, aniden ve de sürpriz bir şekilde gülümsemesi, ardındaki bembeyaz dişleri ve sempatik tavırları ile ‘çikilata’ renkli yakışıklı bir ‘stüvırt’ belirdi koridorda... Capcanlı bir müzik ve inanılmaz hoş bir dans ile “düşüyooruuuz, kravatınızı gevşetin, sivri objeleri çıkartın, topuklu ayakkabılarınızı düzgünce çıkarıp koltuğun altına yerleştirin” anonsu muhteşem bir müzikal şölene dönüştü. Herhalde ‘fark yaratmak’ bu olsa gerek! Hayatımda hiçbir rutin anonsta bu kadar eğlendiğimi ve sonuna kadar dinlediğimi hatırlamıyorum...
Alana gelince bizi otobüsümüz karşıladı. Valizleri yerleştirme filan derken, sonunda yola çıktık. Bendeki his ‘Deja-vü’. Aaaa ben burayı görmüştüm. Amerikan yapımı o dizi, bu film derken bayaaa bi aşina olmuşuz buralara... Gördüklerimizin tıpkısının aynıları; şirin şirin evler, kovalama sahnelerinde polis arabalarının altını vurup kıvılcım çıkarttığı yokuşlar, Taksim-Tünel hattı misali nostaljik ve bir o kadar turistik tramvaylar... İnanmayacaksınız, Amerikalıların güvenlik takıntılarına rağmen, tramvayın kenarından salkım saçak sarkmak serbest... Sevdim bu şehri... İstanbul’u hatırlattı bana... Ooohhh açeleyar de korason.
Şehrin tüm şirinliklerini, güzelliklerini otobüsün içinden tembeller misali bir güzel gezdik. Şimdi? Lanç’taaaym. İstikametimiz Meksikan food restoran. Rehberimiz şoföre adresi verirken fark ediyorum. Şoförümüz kemale ermiş, şişe dipli gözlüklü bir Çinli. Sanırım biraz da ağır işitiyor. Biz adresi söylüyoruz, tam gaz kafa sallıyor, “Yes, yeees” diye bağırıyor, anladı diye seviniyoruz. Aradan 10-15 dakika geçiyor, ‘Biz bu dükkânı görmemiş miydik? Aynı sokaklar, aynı evler... Kaçıncı kere geçiyoruz buradan?’ Rehberimiz bu defa kulağına eğilerek bağıra çağıra adresi tekrarlıyor. “Yes yeees”, kafa bir daha anladım manasında yukarı aşağı sallanıyor. Dolanmaya devam ediyoruz. Bu okulu da görmüştük, bu heykeli de... Dolaşıyoruz... Elbet bulacağız…
Ertesi gün sabahtan devasa ağaçları ile nam salmış bir ormana ‘promenada’ gidiyoruz. Acayip güzel midibüsümüze orman içinde gayet bilem virajlı bir yolda ilerliyoruz. Adeta Bahçeköy’den Belgrad Ormanı yolu. Bu Amerikalılar tabiat sevgisi, orman kültüründen nasiplerini almamışlar. Nerede o bizim canım orman yolları? Mesela moloz tepesinin ardından zar zor gözüken ‘Moloz dökmek yasaktır’ tabelası bile yok. Yol kenarında onca yol gitmemize rağmen o ‘caanım’ pet şişelerden bir ‘tek’ tane bile göremedik. Orman dekorunun vazgeçilmez aksesuarı olan, ne bir çöp, ne bir poşet... Olacak şey değil. Bu tuhaf, tertemiz, yeşilden başka hiçbir dekorasyonu olmayan yol nihayet bitti. Orman park yerinde otobüsümüzden indik. Burası da pek bir cansız, pek bir sakin. Sanırsın ki bir orman, sürekli bir kuş cıvıltısı, her daim bir orman kokusu.
Bunlar olimpiyatlarda nasıl tüm madalyaları topluyorlar anlamak mümkün değil. Sporla yakından uzaktan ilgileri yok bu Amerikalıların. Bizde olsa böyle mi yaparız? Yoktan var ederiz. İki ağacın arasına ger bir çamaşır ipi! Olmadı çak iki çivi, yak bi cigara, çek bir picama... Bizimkilerin ruhumuzda var voleybol aşkı, spor aşkı. Bir de Amerikalılar için yaratıcı derler, nerede hamak? Nerede ip atlayan kızlarımız? Nerede yerde kilimler, halılar, dolmalar, kadınbudu köfteler, köfte dumanından gözükmeyen ‘ormanda ateş yakmak yasaktır’ levhası? Ahhh ah! Olsa da bir yesek.
Sebeb-i hayatım ile el ele huzuuur ve huşuuuu içinde ormana girdik. Ağaçlar gerçekten muhteşem. Kristof Abi, Amerika’yı keşfederken bu ağaçlar oradaydı, hatta ondan bile daha önceleri oradaydılar... Bir ara hatırlatayım da Amerikan başkanı bi ev yaptırıversin buralara. İyi durur. Yakınlara da bir de AVM, deymeyin keyfe.
Ağaçları, hakikatten 3 kişi, 5 kişi el ele verse ağacın çevresini saramazsın... Yükseklik arşa kadar. Severim ormanda yürümeyi, yaprakların üzerinde hırşşş hurşşş ses çıkarıp dinlemeyi. Yerler gereksizce temiz, sigara içmek yasak olduğu ve ‘tuhaftır’ bu yasağa uyulduğu için yerlerde numunelik bir sigara izmariti yok. Sanat yoksunu bu memlekette tahta üzeri oyma – kakma – kabartma sanatı da hiç gelişmemiş. Bizde olsa bu canım ağaçlar değerlendirilmez mi? Ağaçlar üzerinde irice bir kalp içerisinde yazılmış ‘Pamuk prenses - kırmızı çizmeli kedi’ isimleri ve altında küçük bir şiir. Written by toshoon... Kalbin üst köşesinden girmiş, dibinden çıkmış bir ok... Bizdeki sanat aşkı başka bir şey canım... Onlarda? Nerdeeee? Bir tane bile yok. Hadi bu olmasın da, kısa versiyonu olsun; Mistır Braun Misiis Barawn’u seviyor.
Sevgili dostlar bir dahaki yazımda, unutulmaya yüz tuttuğunu zannettiğim, ama bu gezide halen yaşadığını gördüğüm çok köklü bir Yahudi geleneğini anlatacağım. O zamana kadar her daim sevgiyle kalın.