Dünya yeni bir Soğuk Savaş’ın eşiğinde. Hatta kimileri çoktan başladığını bile söylüyor.” Bu sözler geçtiğimiz hafta Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yıldönümü sebebiyle Bradenburg Kapısı yakınlarında etkinliğe katılan, bir döneme damgasını vurmuş Rus lider Mikhail Gorbaçov’a ait.
“Dünya yeni bir Soğuk Savaş’ın eşiğinde. Hatta kimileri çoktan başladığını bile söylüyor.” Bu sözler geçtiğimiz hafta Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yıldönümü sebebiyle Bradenburg Kapısı yakınlarında etkinliğe katılan, bir döneme damgasını vurmuş Rus lider Mikhail Gorbaçov’a ait.
Gerçekten de Ukrayna krizi üzerinden Rusya’nın Batı ile çekişmesi, yaşanan son gelişmeler ışığında endişe verici bir yönde ilerliyor. Öyle ki, Kırım’ın işgali ile başlayan süreçte Doğu Ukrayna’ya doğru yayılan Rusya’nın nerede duracağı belli değil.
5 Eylül’de Minsk’te imzalanan ateşkese rağmen çatışmaların önü bir türlü alınamamıştı.Özellikle Vladimir Putin’in Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçıların düzenledikleri seçim sonuçlarını tanıyacağını belirtmesi ardından Rus sınırından Donbas’a tanklar, askeri birlikler geçmesiyle gerilim yine tırmanışa geçti.Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko “topyekün savaşa hazırız!”çağrısında bulundu.
Ekonomik yaptırımların üzerine, bir süredir giderek artan uluslararası hava sahası ihlalleri, havada burun buruna gelen uçaklar, gövde gösterisini andıran askeri tatbikatlar... Yükselen gerilim inkâr edilemez. Ve taraflardan biri Rusya olunca, yaşananlar ister istemez Soğuk Savaş çağrışımları yaptırıyor. Peki, sahiden Gorbaçov’un uyardığı şekilde Soğuk Savaş’a doğru mu gidiyor dünya?
Nükleer silahlara sahip, kızgın bir Rusya’nın dünyanın başına yeterince dert açabileceğini kabul etmekle beraber, önümüzdeki resmi Soğuk Savaş başlangıcı olarak yorumlamak yanıltıcı bir tespit olur. Zamanın Sovyet Komünizmi, Batı’nın demokratik kapitalist düzenine ideolojik bir alternatif sunuyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ardından dünya belki Francis Fukuyama’nın öngördüğü şekilde liberal demokratik düzene evirilmedi. Hatta bugün küresel ölçekte anti-demokratik bir dalga yaşandığından söz etmek bile mümkün.
Ancak Rusya’ya baktığımızda enerji ihracatından geçinen oligarkların desteğine sırtını dayamış, yozlaşmış ve baskıcı bir siyasi düzenle karşılaşıyoruz. Karşımızda milliyetçi söylemlerle toplumunu mobilize eden, eski şaşalı günlerin özlemini çeken sisteme tepkili bir devlet var. Soğuk Savaş dönemindeki gibi evrensel bir ideolojik alternatifi yok. Üstelik teknolojik altyapısı yetersiz; düşen petrol fiyatları ve ekonomik yaptırımlar sebebiyle ekonomisi zora girmiş durumda.
Evet, Rusya çevresine yandaş ülkeler topluyor. Örneğin, Macaristan veya yakın zamanda askeri tatbikat yaptığı AB üyeliğine göz kırpan Sırbistan gibi. Kırım’dan sonra sıra bize gelir mi diye düşünen komşu ülkeler de mümkün olduğunca Kremlin’le ilişkileri idare etmeye gayret ediyor. Diğer taraftan ekonomik yaptırımlar neticesinde Rusya’nın giderek Çin’e yaklaştığını da görüyoruz. Avrasya Gümrük Birliği de var, doğru. Ama karşımızda bir Varşova Paktı olduğunu da söyleyemeyiz. Rusya’nın etkin bir siyasi/askeri blok yaratma kapasitesi şimdilik kısıtlı görünüyor.
Bunun başlıca sebebi karşılıklı ekonomik bağımlılık ve küreselleşme sebebiyle devletlerin çıkarlarının iç içe geçmiş olması. Ekonomik kırılganlık siyasi istikrarsızlığın önlenmesinde fren vazifesi görüyor. Sorunların barışçıl yöntemlerle çözülmesini teşvik ediyor. Bir ağ misali entegre olmuş küresel dünyada, devletler arası, çatışma alanlarında mücadele sürerken başka konularda işbirliği devam edebiliyor. Örneğin, Ukrayna üzerinden anlaşmazlıklar sürerken, Suriye ve İran’la süren müzakereler konusunda Rusya ile işbirliğine devam edilmesi gibi. Dolayısıyla küreselleşme dünyanın kesin hatlarla dost düşman diye ayrılmasını imkânsız kılarken, sorunlara çok yönlü çok boyutlu bakmayı gerektiriyor.
Elbette bu Rusya’nın sorun yaratmayacağı anlamına gelmiyor. Özellikle Ukrayna krizinin NATO üyesi devletlere sıçrama durumunda, seçenekler savaş veya NATO’nun caydırıcılığını tümden kaybetmesi olacak. Bu sebeple Rusya’nın çevrelenmesi hiç de hafife alınacak bir konu değil, hatta ABD açısından Ortadoğu veya Çin’le ilişkiler kadar önemli.
Bugün uluslararası ilişkilerde gözlemlediğimiz sorunlar, Soğuk Savaş’tan galip çıkan ABD’nin gücünü ve caydırıcılığını giderek yitirmesinin sonuçları. Önümüzde çeşitli çatışma alanları ve bu alanlarda ABD’nin temsil ettiği batı değerlerine meydan okuyan, kendi kurallarını dayatmak isteyen aktörler var. Üstelik Soğuk Savaş’ın öngörülebilir iki kutuplu dengesine tezat, çok kutuplu ve daha tehlikeli bir ortam vaat ediyor. Richard N. Haass’ın Foreign Affairs’de yayınlanan makalesinde belirttiği gibi eski sistemin ‘çözülme’ sürecindeyiz. Haass, bu süreçte çevreleme stratejilerinin dikkatle gözden geçirilmesini ve yeni ittifaklar ağıyla mevcut yapının güçlendirilmesini öneriyor.
Bu bakımdan geçtiğimiz hafta dünyanın en önemli iki gücünün Asya Pasifik İşbirliği Zirvesi’nde (APEC) bir araya gelerek aralarındaki tüm anlaşmazlıklara rağmen dünyanın geleceğini ilgilendiren bir konuda işbirliği için el sıkışması dikkate değer bir gelişme. Dünyanın birçok yerinde çatışmalar yaşanırken ve sistemin meşruiyeti sorgulanırken, ABD ile Çin arasında işbirliğinin gelişmesi yeni dengeler kurulmasına zemin hazırlayabilir. En azından Güney Çin Denizi üzerinden üretilen savaş senaryolarının ötelenmesine katkıda bulunacaktır. Karbon salınımı azaltılıncaya kadar, bu bize biraz nefes aldırır.