Son görevlinin kuleyi terk ettiğinden emin olunca gizlendiği yerden usulca çıkar! Yanında getirdiği teli sırtlayarak, kulenin son katına ulaşmak üzere adımlamaya başlar basamakları. Bir an durur ve geriye bakar. Hezarfen Ahmet Çelebi gelir aklına o an. Onun da kendisi gibi omuzlarında kanatlarının ağırlığıyla basamakları çıkarken durup, geriye bakıp bakmadığını düşünür. “Bakmıştır” diye geçirir içinden: “Hezarfen de kuleyi dolanan basamaklara bakmıştır. O da benim gibi merdivenden yürüyerek inmeyeceğinden emindi yalnızca!”
Kulenin fırdöndü balkonuna çıktığında, yaşayanlarının yatak odalarına çekildiği İstanbul karşılar kendisini, insanlar kim bilir kaçıncı uykularındadır... Yatakların başuçlarında duran çalar saatlerin seslerini duyar tek tek... Hepsinin aynı zamana kurulup bir araya getirildiğinde çıkacak sesi düşünerek ürperir. Peki ya yorgun insan başlarının yastıklarda bıraktığı çukurlar? Onların derinliği bir araya getirilince bir uçurum oluşmaz mı? “Büyük bir ses bombası var İstanbul’da” diye seslenir gördüğü ilk martıya... “Dünyanın en derin uçurumu da bu kentte...”
Dolunay bir çember gibi görünür gözüne. O gece, gözüne uyku girmeyen Gülhane Parkı’nın yaşlı aslanı da kendisiyle aynı düşüncededir. Kafesiyle birlikte parkın bir köşesine bırakılmadan önce böyle bir çemberin içinden atlayamayışıyla alay eden izleyicilerin kahkahaları gelir kulağına. Onca yıl para kazandırdığı sirk patronu çadır sökülürken nasıl da acımasızca bu kentte bırakılmasına karar vermişti! Açlıktan ölmek üzereyken yiyecek getiren İstanbullulara haksızlık yapmak istemiyordu. Yaşlı aslan “İyi ki hayvanları seven bu kentteyim” diye kükreyerek uykuya dalar.
Taşıdığı teli Galata Kulesi’nin fırdöndü balkonunun korkuluğuna bağlayan adamı bir tutuklu daha görür. O, kelebeklerin görülmez olduğu bu kentte, otomobil hırsızları kelebek camlarını kırarlarken, egzoz dumanıyla kanser olan ciğerlerinden kan kusa kusa bağırır: “Özgürlüğümü geri verin bana. Unkapanı Köprüsü’nün Haliç’e çakılı demir parmaklıklarının ardından kurtarın beni. Karaköy’den bakıldığında Yeni Cami’nin güzelliğini engelleyen o beton tümseği kaldırın ve beni eski yerime taşıyın.”
Yerinden sökülerek Haliç hapishanesine gönderilen tarihi Galata Köprüsü’dür konuşan… Ama kuledeki adam bu haykırışı duymaz. O, elindeki teli kulenin korkuluğuna bağlamakla meşguldür...
Düğümün sağlamlığından iyice emin olunca, kuleye yakın evlerin birinin çatısında beklemekte olan arkadaşına fırlatır teli. O da, bir harekette yakaladığı teli yanında getirdiği tele ekleyerek, az ötedeki evin çatısında bekleyen arkadaşına doğru fırlatır. Bu hareket, çatıdan çatıya devam eder ve bir ucu Galata Kulesi’ne bağlı olan tel böylelikle deniz kıyısına kadar ulaşır...
Kuledeki adama yardımcı olmak için çatılara çıkanların hepsi de, bir hamlede yakalar fırlatılan telleri. Çünkü onlar, İstanbul’un iki yakasına dizili iskelelerin çımacılarından başkaları değildir!
Çanlarda düğümlenerek kıyıya ulaşan tel, beklemekte olan motordaki telle birleştirilir. Atılması gereken bir düğüm daha vardır... Ve motor, dev gemilerin sessizce geçtiği Boğaz’ı hınzır bir çocuk gibi gürültüye boğarak Kız Kulesi’ne doğru yola koyulur.
Her şey hazırdır artık. Yaklaşık iki saat içerisinde bir tel çekilmiştir Galata Kulesi’nden Kız Kulesi’nin tepesindeki bayrak direğine. İstanbul’da, yıllarca süren hummalı çalışmanın sonuna gelinmiştir. Kimler yoktu ki, tel üstünde yapılacak gezinin düşlendiği o toplantılarda; cambazlar üzerine bir film yapmayı düşünen Rıza Sönmez, Seyahatname’sinin bir bölümünde Ankara’daki cambazları anlatan Evliya Çelebi, Bakırköy’de 1.750 kişilik çadırda gösteriler yapan unutulmaz cambaz Rıfat Telgezer, bir şiirinde son dileği asılacağı ipin üstünde yürümek olan cambaza yer veren Sunay Akın, İnatçı Kahraman Ağa adlı kitabında İstanbul’un iki yakası arasına çekilen telde yürüyen cambazı anlatan Jules Verne ve daha niceleri...
Kuledeki adam, dolunay ışığı altında uzanan telin üstünde ilk adımını attığında kendisi için artık geri dönüş olmadığını çok iyi bilmektedir. Galata’nın kedileri ürkek bakışlarını kuleye çevirdiklerinde telin üstündeki adamı dolunayın tam ortasında görürler. Cambaz, Galata’nın çatılarını geçip deniz kıyısına doğru yaklaşırken, onlarca balıkçı motorunun telin altında karşılıklı olarak arka arkaya dizildiğini fark eder. Şaşkınlığından dikkati dağılır ve bir an sendeler. O sırada, telleri birbirine bağlamak için çatılara çıkan yardımcılarından biri “Bağışla abi” der, “ben Rumelikavağı iskelesinin çımacısıyım. Önlem olsun diye ben çağırdım arkadaşları.”
Denizin üstüne geldiğinde balıkçıların telin altında ağ tuttuklarını görür, İstanbul’un tüm balıkçı ağları suyun üstünde gerilidir o gece! Ve balıkçılar ilk kez denizden değil, gökyüzünden bir şey yakalamak için beklerler.
İstanbul’un, sabaha kurulu ilk saati bir yatağın başucunda çaldığında, cambaz da Kız Kulesi’ne varmış olur. Düğümler alelacele çözülürken, evlerin mutfaklarında ışıklar birer ikişer yanmaya başlar. Çımacılar iskelelere koşarlar. Telin üstünde yürüyen adam ise kendisini Kız Kulesi’nde bekleyen dostlarına sarılarak “Teşekkür ederim, siz olmasaydınız başaramazdım” diyerek, ağlar sevincinden...
Ama, Kız Kulesi’nde birbirine sarılan insanların sevinci, Beyazıt Kulesi’nden gelen şu sesle kursaklarında kalır: “Yaptığınız da bir şey mi? Troleybüsler kaldırılmamış olsaydı onların telleri üstünden tüm İstanbul caddelerinde gezinmek daha keyifli olurdu…”
O gün, Galata Kulesi’nden Kız Kulesi’ne çekilen tele ilişkin hiçbir haber yer almaz, düşlerin engellendiği televizyon ekranında...
Çünkü masal kahramanları Kurtlar Vadisi’nden değil, Kitap Kurtları Vadisi’nden çıkmaktadırlar…