Yer ayaklarımın altında dağılıyor. Adım adım ilerliyorum. Oldukça çekingenim, en azından şimdilik. Her adımda yer, ayağımın altında eriyip yok oluyor. Sanki sonsuz bir boşluğa düşecekmişim gibi. Denge kayboluyor... Kolumdan tutan rehberimin yönetiminde sağa dönüyoruz. Birkaç adım atıyor, tekrar dönüyoruz. Birkaç adım sonra yine... Sanki daire çiziyoruz. Yön duygusu yok oluyor... Zaman yok oluyor. İlerliyoruz. Yol engebeli... Bazan daha alçak ya da daha yüksek bir basamak iniyoruz, şimdi çıkıyoruz. Attığım her adımı daha önce hiç fark etmediğim kadar bilinçli atıyorum. Her kasımın her hareketini tek tek hissedercesine. Önceleri temkinli olsa da adımlarım, bir süre sonra rahatlıyorum. Rehberimin yetkinliğine ve yürüyüşün akışına bırakıyorum kendimi. Kadıköy’ü dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul Tasarım Bienali kapsamında düzenlenen Kadıköy Ses rotasında ilerliyoruz.
Önce ak-bil okutma sesleri, vapur düşükleri... Trafik, bitmek tükenmek bilmez trafik, kornalar, inşaatlarda demir kesme sesleri... Ah İstanbul’um! Denize bu kadar yakın ve denizden bu kadar uzak. Kadıköy gibi bir liman noktasında kıyıdan birkaç yüz metre ötede ne deniz sesi, ne martılar var! Sadece durmak bilmez bir trafik uğultusu ve elbette insan sesleri var. Konservatuvardan bir arya yükseliyor bir ara, arkamdan “kör taklidi yapılarak kör olunmaz” diyen birini duyuyorum, elinde telefonu “doktor lazım mı” diye soran birinin yanı sıra. Sadece ses değil, kokuları da duyumsuyorum. Bir kadın kahkahası duyuluyor, yanık yağ kokusu gıdıklarken genzimi. Bir büfenin yakınında olmalıyım. Kaşıklar şıkırdıyor çay fincanlarında, “çıtır çıtır” simidini satıyor simitçi. Ve hisler var. Rüzgar kesiyor. Sesi de yok kulağımda, hissi de yok suratımda. Açık alandan kapalı bir alana geçmiş olmalıyız. Sıkışıklık hissi... Bir sıkışıklık hissi ile küçülüyorum, sanki kemiklerimi yanaştırsam birbirine daha rahat, daha güvende olacakmışım gibi küçülüyorum, yanaşıyorum ufaktan rehberime. Güvenle tutuyor kolumu. Sorun yok. Önüme çıkan engellerde elinin, kolunun hareketleri ile uyarıyor beni. Gözümün kapalı olması yetmiyormuş gibi konuşmak da yok!!! İki ayağımız üstüne kalkalı beri görme gücünüzün ardına ittiğimiz algılar açığa çıkıyor. Ne kadar çok ses var bu şehirde... Ne kadar engebeli yollarımız... Kadıköy Meydanı’nda inişler çıkışlar. Vah zavallı insanımız!
Yıllardır dikkatimi çeker. Asya şehirleri gibi ülkemiz. Avrupa şehirleri ile karşılaştırıldığında görsel bir gürültü kalabalığı yoruyor hepimizi. Tıpkı işitsel bir gürültü kalabalığı olduğu gibi... Bu gürültü kalabalığında kişi, esnaf ya da kurumsal firma sesini olasılıkla önce kedine, sonra müstakbel müşterisine duyurabilmek için, “ben de buradayım” diyebilmek üzere yükseltiyor sesini. Daha çok, daha çok, hep daha fazla.
Farkındalığı arttırmak, sokak ve ortak yaşam seslerimizi fark etmek, kaydetmek ve istatistiki verileri tutmak üzere Tasarım Bienali kapsamında Kadıköy Belediyesi’nin herkese açık tasarım atölyesi TAK ile birlikte İTÜ Üniversitesi öğrencilerinin gerçekleştirdiği bir proje bu. Hedef Kadıköy’ü dönüştürme sürecinde akustiğin insan üzerindeki etkisini göz önüne alarak daha yaşanılabilir bir ortam yaratmak. Var olan sesleri tespit etmek, caddeleri, meydanı, şehri kullanan insanların hangi sesten rahatsız olduğunu, hangi sesin hoşa gittiği belirlemek. Böylelikle de Kadıköy’ü yeniden dönüştürme sürecinde, halkın sese tepkisine uygun planlama yapmak. Sanırım ülkemizde böylesi bir çalışma pek yapılmamış. Bu açıdan da elbet önemli. Ancak bütünsel de bakmalı olaya. Görsel kalabalık ve düzensizliğin olduğu bir yerde işitsel gürültünün olması hiç de şaşırtıcı değil. İnsanın telaşlı, karmaşa içinde yaşadığı bir şehirde huzurun sessizliğine ulaşmak ne kadar mümkün? Kişilerin mesela, arabasında camlar açık müziği bas bas açarak; yerel ya da genel seçimlerde ya da toplu taşımanın megafonla yayın yaparak sesini duyurmaya çalıştığı bir şehirde hoş sesler ne kadar ulaşılabilir?
Gelecek artık eskisi gibi değil! Küratörlerin Paul Valery’den alıntıladıkları bu slogandan yola çıkarak planladığı Tasarım Bienali açık uçlu sorularla tasarımın ne olduğu, kim için, ne için olduğu kadar, zamanı ve toplumu tasarlamanın yolları ve yöntemleri üzerine de izleyiciyi düşündürüyor. Projeler, gündelik yaşamlarımızı değiştirmenin –tabi bir anlamda da kendimizi dönüştürmenin- yollarını sorguluyor, sloganlar ve sorular bienalin her bir katılımcısından gelip, her bir izleyicinin zihninde yeniden sorgulanıyor. Kişisel ve kişisel olduğu kadar toplumsal. Tıpkı Kadıköy’ün ses rotası gibi... Gözleri kapalı dolaşırken insan, bir mahallede dolaştığı gibi, kendi içinde de dolaşıyor. İçsel arazi de dışsal arazi kadar engebeli... Gelecek artık eskisi gibi değilse, olmayacaksa, geleceği şimdi, şu anda değiştirmek gerek. Geleceği değiştirirken, kentimizi ve kendimizi de dönüştürmüş olacağız. Kim bilir belki on sene sonra, Kadıköy’de martı sesleri daha çok çınlayacak kulağımızda. Ve bu sayede belki insanın da daha az ihtiyacı olacak “ben de buradayım” demeye.