“Ben tebaamın Müslümanını camide, Hıristiyan’ını kilisede, Musevi’sini de havrada fark ederim. Aralarında başka güna (fark) yoktur. Cümlesi hakkında muhabbet ve adaletim kavidir (sağlamdır) ve hepsi hakiki evladımdır.” / Sultan II. Mahmud
Bu hafta aklımda kaybolan Ladino dili ve kültürümüz üzerine düşüncelerimi paylaşmak vardı. Ancak Edirne semalarından gelen son açıklama, daha birkaç hafta daha “Yeni Türkiye’de artan antisemitizm” konusunu işlemeyi zorunlu kıldı. Ne yazık ki bu yaşadığımız travmatik vaka bir ilk değil ve sonuncu olacağını da düşünmüyorum. Açıklamayı izler izlemez, bundan birkaç sene evvel İstanbul’da yaşayan Edirneliler ile yaptığım söyleşide, anılarına başvurduğum bir büyüğümüzü hatırladım. Kendisini evinde ziyaret ettiğimde “Ne yapacaksın bu anıları?” diye kuşkuyla karşılamış, görüşmemizin sonunda da elimden kalem-kâğıdı bıraktırıp, gözleri dolu kısık bir sesle “Bizi istemediler evlat” diyerek sözlerini bitirmişti. Şimdi o teyzeyi ve Edirne ile ilgili anılarında neden o kadar mutlu konuşamadığını daha iyi anlıyorum.
Dilenen özür, karşılıklı yapılan telefon konuşmalarından sonra konu şimdilik kapanmış gibi gözükse de eskilerin deyimiyle ‘kıssadan hisse’ çıkarmamız gereken birçok mesaj var. Öncelikle bilinmelidir ki çoğu Türk Yahudi’sinin yaşananlara tepkisi cemaatin kamuoyu bildirileri kadar yumuşak ve özenli bir dille değildir. Mesela açıklamayı ilk duyduğumda, “Madem içinizden o kadar kinle söylüyorsunuz, şu an İnönü İlköğretim Okulu olarak hizmet veren eski Alliance Israellite Universelle binasında da eğitim yapmayın. Öyle bomboş, sanki Yahudiler burada hiç yaşamamış gibi dursun” demiştim. Sonra biraz sakinleşip düşündüğümde Sayın hükümet yetkilimizin hangi ruh hali ile bu açıklamayı yaptığını anlamaya çalıştım. Yaşanılan durum ne yazık ki klasik bir ‘Necip Fazıl’ antisemitizmiydi. Muhafazakâr kesimin idolü olmuş, şiirinde usta ama fikirlerinde antisemit duygularını saklamayan, Necip Fazıl’ın dizeleriyle büyümüş bir neslin ağzından, hele de günümüzde adına yarışmalar düzenlenip, methiyeler dizilince 1940’ların antisemit sözlerini duymak bizi şaşırtmasa gerek.
Peki, o zaman ne yapmalı? Böylesi bir makamda oturabilen birinin bile, Yahudileri kendi kaynaklarından öğrenmeye gayret göstermediğinin bilincinde, eğitime devletin en üst seviyesinden kendimizi anlatarak başlamalıyız. Fatih Sultan Mehmet’in Moşe Kapsali ile ilişkilerinden başlayıp, Edirne Sinagogu’nun Sultan Abdülhamit’in fermanı ile yapıldığını ve sayıları 20 binlerden ikiye düşen Yahudilerin buharlaşarak yok olmadığını öğretebiliriz. Kendisinin belki de bihaber olduğu, Cumhuriyet sonrası Trakya Olayları, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül’ü anlatıp, bu tarz nefret söylemlerinin ne tür sonuçlar doğurabildiğini örnekleyebiliriz. Bütün bunlar ders kitaplarında olması gerekirken bizim görevimiz mi? Hayır. Ancak, kimileri ellerini kütüphane raflarına uzatmak yerine, ucuz antisemitizmle tribünlere oynuyorlarsa, bize daha da çok görev düşmektedir. Belki kendisini bir ziyaret edip, Naim Güleryüz’ün ‘Edirne Yahudileri’ kitabını takdim etmekle de başlayabiliriz.
Edirne Sinagogu, şimdilerde İstanbul’da yaşayan veya yurtdışına gitmiş, kökeni Edirne olan birçok Yahudi vatandaşın özlemle beklediği, bu vatanın bir kültürel mirasıdır. Bizler Edirne’de tekrardan Yahudi yaşamı ve cemaat hayallerini yeşertirken, “Müslümanları katleden eşkıya kılıklı insanlar” ve “onlar” sözü yıllar geçse de kimilerinin Türk Yahudilerini eşit vatandaş göremeyeceğini hatırlatmıştır. İçimiz buruk, üzgünüz. Kendi haline bırakılmış sinagoglarımız, okullarımız bir yana mezarlıklarımız için yapılan açıklama ise ironiktir. 1970’lere kadar Buçuktepe arazisinin büyük bölümünü kapsayan mezarlık gibi istimlak ile taşları sökülmüş, çoğu kaybolmuş mezarlarımızın kurtarılma çalışmalarının bir lütuf olarak sunulmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Tıpkı İstanbul’daki Çıksalın Mezarlığı’nın çevre yolu istimlaki ile ikiye bölündüğü gibi Edirne’de de birçok mezarlığımız duyarsızlık sonucu bu hale gelmiştir. Kimi medyanın açıklamaları alkışlaması bir yana umudumuz, muhafazakâr kesimden de birçok aydının bu sözlerin yanlış olduğunu farkına varması ve özrün dilenmesidir.
Ey bu serhat şehrimizi kendi vatandaşına reva görmeyen kardeşim! Kaleiçi’ndeki yıkık-dökük kalmış Yahudi evlerini gezerken, bir kez olsun düşündün mü? Evini, yaşadığın şehri, sokağını bırakıp bir başka diyara gitmek, bir daha asla sokağın sonundaki eski çeşmenin, bakkalının önünden geçememek, en önemlisi çocukluğunun geçtiği evde bir daha uyuyamamak nasıl bir duygudur? Sizler bilmeseniz de toprağını bırakmak zorunda kalan birçoğu için Edirne halen, “gözlerinde tüten şehir, bu topraklarının havası, suyuyla yoğrulmuş insanların gerçek evidir”. Misafir, emanet, hoşgörü gösterilecekler değil, bu vatanın farklı renkli temel unsurları sayılabileceğimiz bir gelecek dileğiyle…