Nefret suçlarına, antisemitizme karşı mücadele vermek, sabit fikirleri değiştirmeye, ikna etmeye çalışmak, Yahudilerin her Türk vatandaşı gibi anayasal haklara sahip bireyler olduklarını savunmak mıdır yapılması gereken, yoksa sessizliğini korumak veya küsüp vatanını terk etmek mi?
Artık güncel haber ve yorumları almanın, dinletileri, esprileri paylaşmanın yanı sıra ‘devlet meseleleri’ hakkında durum değerlendirmelerini de sosyal medyadan yapar olduk. Birkaç kişi arasında geçen bir diyalogu isim vermeden aktarıyorum:
“Artık ben de bunu düşünmeye başladıysam, düşünün artık… Terk mi etsem memleketimi ahir yaşımda?”
“Otur oturduğun yerde. Boş ver, yine burası en iyisi.”
“İnsan üzülüyor, çevremde pek çok kişi; ‘sizin gidecek yeriniz var, bizde o da yok. Bizden geçti çocukları kurtarmaya çalışıyoruz’ diyorlar.”
“Çok sevimsiz düşünceler bunlar, bu yaştan sonra ne yaparız?”
“Yahu boş verin! 12 Eylül’den evvel giden bir sürü kişi oldu sonra hepsi geri geldi. Bir şey olmaz.”
“Bir şey olacağından değil… Daha doğrusu daha ne olacak…Huzurumuz kalmadı, üstüne üstlük bir de antisemitizm!..”
“12 Eylül öncesi farklı idi, sağ-soldu.”
“Bu ara karamsarız. Rahmetli annem gün doğmadan neler doğar derdi. İnşallah!..”
Eminim son dönemlerde bu tür konuşmalara günlük yaşamda sıklıkla tanık oluyoruz. Hürriyet Gazetesi’nin bir ekinde Avustralya, Kanada, ABD ve Avrupa’nın değişik ülkelerine göç eden seküler kesimden, yüksek eğitimli ve sayılarının milyona ulaştığı belirtilen farklı kişilerle kısa söyleşiler yayınlanmıştı.
Mario Levi’nin Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan görüşlerinin bir bölümüne okumayanlarınız için yer veriyorum: “Sırf ismimden dolayı, seni tanımayan birtakım insanların eleştirilerine, eleştirilerinden de ötesinde hakaretlerine, hakaretlerinin de ötesinde tehditlerine maruz kalabiliyorsun. Sakın şimdi söyleyeceklerimi bir başlık cümlesi yapma. Ama günün birinde bu ülkeyi terk edebilirim. Herkes gibi benim de kırmızı çizgilerim var.”
Şalom’un 26 Kasım tarihli son sayısı bir çığlıktı adeta. Tarihe geçecek vakur bir tavır alışın sergilenişiydi. Bugün Edirne valisinin açıklaması, dün ibadet yerine asılan bir pankart, öncesinde Gazze olaylarının Türk Yahudilerine karşı bir kampanyaya dönüştürülmesi, Mavi Marmara vesilesi ile aynı kesime karşı savrulan tehditler, aşağılamalar… En basit ifadesi ile nefret söylemlerinin en ağırına maruz kalan, ay yıldızlı T.C. kimliğine sahip farklı inanç grubundan bir toplum.
Bu yurttaş topluluğu endişeli, tedirgin… Sonradan gelen özürler, ‘sehven’ söylendi türünden açıklamalar da pek yatıştırıcı olmuyor. Limmud’da araştırmacı/yazar Rıfat N. Bali’nin de dile getirdiği gibi anavatanını terk edip başka bir ülkeye yerleşmek, her insanın şahsi kararıdır ve hiç kimsenin durumu bir diğerininki ile aynı değildir. Kimi kış uykusundadır, kimi değişime ayak uydurmaya çalışır.
Kimine göre ise yazmak, çizmek, nefret suçlarına, antisemitizme karşı mücadele vermek, sabit fikirleri değiştirmeye çabalamak, ikna etmek, Yahudilerin her Türk vatandaşı gibi anayasal haklara sahip bireyler olduklarını savunmaktır yapılması gereken.
Sorun, bunun mümkün olup olmadığıdır. Toplum genelinde iletişim araçları tarafsızlıktan uzak yayın yapmaktaysa, azınlıkların bu araçlara -reyting yapan bir, iki simanın dışında- ulaşmaları, görüşlerini aktarmaları olanaksız ise beyhude bir çaba harcanıyor gibime geliyor.
Nefret söylemi ise, ‘Yahudi köpek’, ‘Ermeni dölü’ türünden en kaba şekilde dillendirildiği gibi; “aslında benim pek çok Yahudi, Ermeni arkadaşım olmuştur” türünde başlayan daha nazikâne açıklamalarla da ortaya konabiliyor.
İster kaba, ister nazikâne bir tarzda veya dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi siyasette oy toplama amacıyla kullanılmış olsunlar, kaynağı, tarzı, üslubu ne olursa olsun, nefret söylemlerinde ortak payda belli bir grubu hedef haline getirip ötekileştirmektir. Ve kanımca nefret suçuna karşı mücadele, toplumun kendi ile barışık olma sürecinin doğal uzantısıdır, demokratik bir toplum hedefinden soyutlanamaz.
NOT: Gazeteci/Araştırmacı yazar Yaşar Aksoy’un uyarısı üzerine 19 Kasım tarihli yazımda Kudüs’ün nüfusunun 45.000 olduğu yazılı yıl 1886 yerine 1986 olarak geçmiştir. Düzeltirim.