Kulakları çınlasın sevgili Habib Gerez, bir sohbetimizde, “Benim gençliğimde ressama kız vermezlerdi” demişti.
Yine aynı zaman diliminde Arjantin’de yaşayan bir arkadaşımın annesi, “Bizde bir erkeğin evlenmesi için üç anahtarı olması gerekirdi: evinin, iş yerinin ve arabasının” demişti. Özetle; o zamanlar evi, işi ve arabası olmayana kız verilmezdi.
***
Değişim rüzgârları birden bire esmedi. Bu arada bir veya iki nesil harcandı, mutsuz oldu. Doktor, avukat vs gibi belirgin mesleklerin dışında cemaatimiz bireyleri babalarının yanında ticareti sürdürdüler. Böylesi olanakları olmayanlar ise genç yaşlarında bir işe girdiler, oradan da emekli oldular. Kazara iş değiştirenlere ise ‘piyasa’da iyi gözle bakılmadı…
Günümüze gelindiğinde olay tam tersine döndü. Daha çok ‘beyaz yakalılar’ olarak adlandırılan genç profesyoneller için iş değiştirmek neredeyse basamak atlamanın şartı oldu. Tabii buradaki önemli unsur, doğru zamanlamayla, doğru kuruma geçiş yapmak.
Batı eğitimi alıp, doğu kültürüyle harmanlanmış büyüklerimiz uzun yıllar çocukları için ‘ticaret’ten başka bir iş düşünmezdi. Ve o dönemlerde ticareti sevmeyip, mutsuz olan birçok aile reisi oldu. Ne yazık ki, mutsuz bir erkek, mutsuz bir aile demekti.
Eğitim seviyesinin giderek yükselmesi, Avrupa ve Amerika ile iletişimin kolaylaşması, sanat alanındaki branşlara daha kolay ulaşılabilmesi kalıplaşmış zihniyetlerin yavaş yavaş silinmesine yol açtı. Müzik, sinema tarihi, filmcilik, tiyatro vs. gibi önceleri prim yapmayan dallar artık revaçta. Aileler ise hem kabulleniyor, hem de destekliyor. Hatta çoğu ebeveynin, “Ne istiyorsan onu oku, ama okulun en iyisini seç” dediklerini biliyorum. ‘Hayat üniversitesi’, ‘alaylı’ gibi sözcükler çok gerilerde kaldı. Üstelik bu gençler alanlarında başarılı ve aynı zamanda maddi açıdan bağımsızlar.
Günümüzde mimar, mühendis, kadar güzel sanatlar mezunu genç var. İçimden bir ses aralarından en az ikisinin bir gün Oscar heykelciğini elinde tutacağını söylüyor…
***
Geçenlerde yolumuz Balat’a düştü. Arabayı park ettik. Ana caddenin gürültüsünden sıyrılarak ara sokaklara saptık. Paralel yolu takip ettiğinizde farklı bir boyuttasınız. Şehir bitiyor. Kasabaya geçiş yapıyorsunuz. Yetmişli yıllardan kalma mallar var dükkânlarda. Birden bir kapının önünde kalakaldım. Üç tane emaye sini vitrinde duruyor. Emayeler uzun süredir üretilmiyor. “Emaye tas var mı?” diye soruyorum. “Yok, ama gelir belki, ara ara uğra yenge” diyor dükkân sahibi.
Çarşı bitip tepelere çıkıyoruz. Etraf çimen kokuyor. Birden arkamda çocuğunu çekiştirerek yürüyen bir kadının konuşmasını duyuyorum: “Rahat dursana, yoksa Suriyelilere veririm seni”.
İşte bir değişim rüzgârı daha! Eskiden Çingenelere verirlerdi, şimdi ise… Yorum sizin.