Ruşen AKTAŞ
Yılın ilk günlerinde 6 yaşındaki yeğenimin ‘ressam’ olmak istediğini öğrendim. Sanat alanında çalışan biri olarak da çok mutlu oldum. Ancak küçük bir sorun vardı; bugüne kadar büyüyüp anne babasının yanından ayrılma hayali kuran yeğenim annesine büyüyünce de onlarla yaşayıp yaşayamayacağını sormuş. Çünkü ressam olursa bir geliri olamayacağı için ayrı yaşamasının güç olacağını söylemiş. Sadece 6 yaşında bir çocuğun bütün güçlüklerine rağmen sanatla uğraşma kararlılığı hayranlık verici. Öte yandan sanatçı olursa parasız kalacağı bilgisine şimdiden ulaşmış olması da eşit derecede kaygı uyandırdı bende.
Gerçi yeğenimin gördüğü sorun ülkemizde sanatçıların karşılaştığı tek sorun değil. Hatta büyüdüğünde görecek ki büyük bir sorun olmakla birlikte bu sorunların belki de en hafiflerinden biri. Ama yine de son dönemde okuduğum sanatçı yaşam öykülerinin hemen tümünün ortak konularından birinin de bu olduğunu fark ettim; sanatçının parasızlığa mahkûmiyeti. Bizde pek yazılmayan bir tur olan biyografi, mektup, anı gibi türlerde az da olsa kitaplar yayınlanmaya başlandı son birkaç yıldır. Bunları mümkün oldukça okumaya çalışıyorum. Şimdiye kadar okuduklarım arasında farklı kuşaklardan da olsalar hemen tüm bu sanatçıların, yazarların ortak sorunlarının başında sanatci olarak para kazanamamaları geliyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Ece Ayhan’a, Orhan Veli’den Tomris Uyar’a, Ahmet Arif’e hemen hepsi yazışmalarında sürekli bu sorundan söz ediyorlar.
Türkçenin belki de en popüler şairi olan Orhan Veli yazdığı mektubu gönderecek pul alamamaktan ve hatta bazı günler yemek bile yiyememekten yakınıyor sevgilisi Nahit Hanım’a yazdığı mektubunda. Bu denli de açık ve acımasız biçimde. Ama aynı Orhan Veli dergi çıkartabilmek için paltosunu satmaktan geri durmuyor. Hem sanatta hem de hayatta her zaman için bir umut olduğunu mu söylüyor bize Orhan Veli? Yoksa bizimki gibi bir toplumda büyük bir güç gösterisi mi bu özverili sanatçı olma hali?
Denilebilir ki bugün durum farklı; yazarlar, ressamlar büyük paralar kazanıyorlar. Doğrudur, sanat yapıtlarının geliri ile yaşayan ve hatta oldukça iyi kazanan insanlar vardır. Zaten medya da sürekli bu ‘başarı’ öykülerini yeniden üreterek bize anlatmayı seviyor. Ama bu insanların çok küçük bir azınlık olduklarını unutmamak gerekir. Türkiye’de sanat alanında çalışmak hayatının geriye kalanını ailenle yaşamak durumunda kalmak da dahil pek çok riskler taşıyor hâlâ. Sansüre uğramak, tehdit edilmek, eleştiri adı altında linçe uğramak ve hatta kendi ülkende boykot edilmek de bunlara dahil.
Ülkenin genel iklimi sanatçının sorunlarını konuşmaya fırsat vermiyor gibi görünse de aslında her şey birbiriyle çok ilintili. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan istatistikler doğruysa Türkiye’de operaya hiç gitmemiş insanların oranı yüzde doksan altı, tiyatroya hiç gitmeyenler yüzde seksen, konsere hiç gitmeyenler yüzde yetmiş üç... Sinemaya gidenlerin oranı bile sadece yüzde kırk dörde ulaşabiliyor. Hiç kitap okumayan yüzde kırk beşlik bir kesim var. Bunlar ciddi derecede kaygı verici rakamlar. Araştırmaya müze, galeri gezmek dâhil edilmemiş, edilseydi rakamlar opera rakamlarından farklı olur muydu bilmiyorum. İçinde yaşadığımız toplumun genel olarak kültürle ilişkisi bu boyutta. Yeğenim bu karanlık tablonun farkında mı emin değilim ama sanırım farkında olsa bile vazgeçmemesi gerektiğini de öğrenecek. Orhan Veli’nin yaptığı gibi paltosunu satıp boya almasını beklemiyorum elbet ama gördüğü manzaradan korkup gitmesi gereken yolu değiştirmesini de istemiyorum.
Çünkü kırılmak, vazgeçmek sanatsal üretimin bir parçası olmasa gerek. Bu topraklarda mücadele sözcüğü en güçlü anlamıyla yaşam bulur; gerçekten mücadele etmek, her gün yeni bir güçle yeniden başlamak gerekir. Diğer seçenekse çıldırmak! “Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu” diyen Bilge Karasu’nun sorusuna bir yanıt aramak için yazmak, üretmek gerekir.
Aslında yazmak, resim, heykel yapmak ya da müzikle var olmayı istemek doktor ya da mühendis olmak istemekten daha farklı bir muamele görmemeli. Sonuçta toplumda herkesin oynadığı bir rol var. Kültürel alanın en kısa zamanda normalleşmesi lazım. Siyasi iktidarın ittiği elitizm köşesinde kalınırsa nakavt olmak işten bile değil.