Telefonla görüşmek için adımızı yazdırdığımız, sıraya girdiğimiz o geçmiş günleri anımsıyorum. Ne büyük bir çileydi çektiğimiz! Zaten telefonu olan evler parmakla sayılabilirdi. Ayrıca o lükse erişmiş olmak da yeterli değildi. Diyelim ki şehirler arası konuşmak istiyorsunuz, bu bağlantıları beklemek gerçekten büyük bir sabır işiydi. Normal, acele ya da yıldırım… Bir saat, daha uzun süre ya da bütün bir gün mü beklenirdi, şansımıza… Hele yurt dışıyla görüşmeyi sağlamak bir ayrıcalık sayılırdı. Ücretinin de oldukça yüklü olduğunu anımsatmak gerekir.
Sözcükler, yazının bulunuşundan bu yana olduğu gibi, ancak gönderilen mektuplarda hayat bulurdu. İletişim kurduğumuz kişilerin seslerini duymak, yüzlerini görmek yalnızca bir düşlemdi bizim için. O yüzden apartman dairelerinin, dolayısıyla posta kutularının olmadığı zamanlarda postacıların yolunu gözler, kapımızı çaldığında bir heyecan dalgası sarardı içimizi. Boş geçtiğinde yine hüzünlenir, ertesi günü beklerdik. Nerdeyse hepimizin biricik iletişim aracıydı bu yazdığımız mektuplar. Kuşkusuz duygu ve düşüncelerimizi kışkırtan, bunların içindeki sözcüklerdi: Ağlatan, güldüren, coşturan, farklı yorumlara ve beklentilere yönelten, yaşama tutunmamızı sağlayan sözcükler! Kimi zaman bir kez okuyup kenara attığımız, kızarak yırttığımız, özenle sakladığımız, kimi zaman da onlarca kez elimize alıp nerdeyse ezberlediğimiz mektuplar… Hele onlarda anlatılanlar üstüne kurduğumuz hayaller, uykusuz geçirdiğimiz geceler, gördüğümüz düşler yok mu?..
Bu anlattıklarımın tümü, artık o günleri yaşayanların anılarda kaldı.
Kendi payıma konuşmak gerekirse, bu anılar belleğimin en tozlu raflarında kalsın! İletişimin çok sınırlı olduğu o geçmiş yılların özlemi içinde olmadığımı özellikle belirtmek isterim. Zaten teknolojideki hızlı gelişmeler, çok kısa zamanda eski uygulamaları unutturuyor. Dar zamanlarda yaşayan, çağın hızına ayak uydurmaya çalışan günümüz insanı için, sabır gerektiren o dönemin sınırlı iletişim araçları, ancak belirli bir yaşın üstünde olanların belleklerinde belki yer alacaktır. Sonraki kuşaklar bunları, ancak o yaşamla ilgili yazılmış roman, öykü, deneme gibi edebiyat ürünlerinde, yine yazarların bakış açılarıyla öğrenmiş olacaklardır. Şimdi bizim, eskiden ünlü insanların yazmış oldukları ve onları daha yakından tanımamıza olanak sağlayan, özenli ve içten mektupları okuduğumuz gibi…
Bu iletişime güzel bir örnek olarak Kafka ile Milena’nın yazışmaları geliyor aklıma. Hiç buluşamadan, yalnızca mektuplarla büyüyen bir aşk onlarınki. Ünlü yazar bir mektubunda şöyle sesleniyor:
“Sevgilim, bana böylesine işkence etmen için ne yaptım? Bugün gene mektup yok; ne ilk postadan ne de ikincisinden. Bana acı çektiriyorsun! Senden bir yazılı sözcük beni mutlu ederdi! Anlaşılan yeterince kahrımı çektin benim; bunun başka bir açıklaması yok, hem şaşılacak bir şey de değil; ama anlaşılamayacak olan, senin yazıp bunu bana söylemen. Gene de yaşamımı sürdüreceksem şu bir türlü sona ermeyen son birkaç günde yaptığım gibi senden boşuna haber beklemeye dayanamam. Ama artık senden haber alma umudumu yitirdim.”
Günümüz sevdalıları Kafka gibi bir sabır sınavından geçebilirler mi dersiniz?
Hiç sanmıyorum!
Kırk yılı aşkın bir süre önce, yurtdışından bir arkadaşla sıkça mektuplaşırdım. Çok uzun zaman oldu, bu kağıt kalem ilişkisini noktalayalı… Geçenlerde onunla yaptığım bir telefon görüşmesi, bana bunları anımsattı.