İstanbul’un mutena semtlerinden birinde fırfırlı merdivenleri olan, önlüklü hizmetçilerin servis yaptığı villada, sabahları fular ve robdöşambr ile kahvaltı eden kalın sesli fabrikatör babanın kolejli kızı, köyden gelen fakir ama yakışıklı genç adama âşık oldu...
45 sene önce Yeşilçam’ın vazgeçemediği temalardan biri idi. İstanbul’un mutena semtlerinden birinde fırfırlı merdivenleri olan, önlüklü hizmetçilerin servis yaptığı villada, sabahları fular ve robdöşambr ile kahvaltı eden kalın sesli fabrikatör babanın kolejli kızı, köyden gelen fakir ama yakışıklı genç adama âşık olurdu. O tarihlerde İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1,5 milyon idi. Kırsaldan şehre göçün etkisinin henüz hissedilmediği yıllarda gelir ve eğitim düzeyleri tamamen farklı, bambaşka kültürlerin ürünü iki gencin kural dinlemez aşkları üzerinden, değişik sosyo-ekonomik sınıfların birbiri ile kaynaşmasındaki zorlukları konu ediyordu Yeşilçam. Özellikle Rum ya da Yahudi bir ailenin kızı seçilirdi ki, gençlerin arasındaki kültür farkını dramatize etmek daha kolay olsun. Yanlış hatırlamıyorsam, büyük dramlardan sonra yine de aşk kazanırdı en sonunda.
Aynı yıllarda Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı erkek işgücü açığını gastarbeiter ithal ederek kapatmaya başlamıştı. Dolayısı ile Yeşilçam’ın o zamanlar işlediği temalar içinde zengin kız fakir erkek kadar Alamancıların karşılaştığı zorluklar da yer alırdı.
Ekonomik ve sosyal mobilitenin ‘göç marifeti ile’ sağlandığı yıllarda, tabiri caiz ise, alan memnun satan memnundu. Bir tarafta hızlı sanayileşmenin getirdiği işgücü açığı, diğer tarafta işsizlikten kurtulup yeni göçtüğü fırsatlar dünyasında yaşam şartlarını fersah fersah ilerletme şansı bulan insanlar, ahenkli bir şekilde sanayileşme devriminden gelen refah artışını paylaşıyorlardı. Evet, göç eden ilk nesil için şartlar genellikle çok zordu ama onlar da çocuklarının geleceğine yatırım yaptıklarını düşünerek bu zor şartlara razı oluyorlardı. Gelişmiş ekonomilerde başlayan sermaye birikimi, 1980’li yıllardan itibaren gelişmekte olan ülkelere de kredi, yatırım vb. şekillerde aktarılmaya başlandı. Sonuç olarak, 20. yüzyılın ortasında başlayan hızlı sanayileşme beraberinde çok büyük bir refah artışı ve daha önemlisi çok büyük bir de nüfus artışı getirdi.
Dünya nüfusu 1960 ile 2000 senesi arasındaki 40 yılda üç milyar artarak altı milyara çıktı.
Bu kadar kısa sürede ortaya çıkan milyarları eğitmek, onlara yeni iş yaratmak, kredi kartı ile donatıp tüketici bireyler haline getirmek, kapitalist sistem için hiç de kolay iş değildi. Buna bir de Doğu Blok’unun çöküşü ve Uzak Doğu’nun sisteme entegre olması ile gelen ucuz işçiliği ekleyin. Sonuçta, daha da ‘vahşi’ bir kapitalist sistem ve giderek bozulan gelir dağılımı ortaya çıktı. 2013 senesinde yapılan bir incelemede, on iki gelişmiş ülkenin tamamında en üst gelir düzeyindeki yüzde 1’lik kesimin 1980 yılına göre toplam gelirden daha fazla pay aldığı vurgulanıyor. Tesadüf değil, geçen hafta Davos’ta gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forum’unda ‘artan gelir dağılımı eşitsizliği’ 2015 senesinin en önemli trendi olarak belirlendi. (http://reports.weforum.org/outlook-global-agenda-2015/top-10-trends-of-2015/)
Adam Smith’in Görünmez El’inin, bu denli hızlı artan dünya nüfusunu ahenkli bir şekilde regüle edemediği artık bağırmakta olan bir gerçek. Bu yüzden askeri güce duyulan ihtiyaç artıyor. En varlıklı 85 kişinin servetinin en fakir 3,5 milyar kişinin servetine eşit olduğu gibi haberler, uçurumun ne kadar çarpıcı bir boyuta ulaştığını gözler önüne seriyor. Ortalamada, ülkelerin nüfuslarının yüzde 50’si gelirin sadece yüzde 10’unu alabiliyor. Thomas Piketty’nin çok tartışılan yeni kitabında zenginden alıp fakire vermekten başka çare yok demesinin altında bugünkü düzenin küresel sosyal barışı daha da bozacağı endişesi yatıyor.
Dünyanın her yerinde sisteme entegre olamamış, göçler sonrasında nüfusu patlamış büyük şehirlerin banliyölerindeki gettolardan çıkamamış, öfkeli, umutsuz, inancını yitirmiş gençlerin farklı ideolojilere imrenerek radikalleşmesi artık çok kolay. Düzene duyulan kızgınlık genellikle anti-Amerikancılık, anti-kapitalizm ve antisemitizm olarak vücut buluyor. Haliyle, siyasilerin ürettiği politikalar da bu damardan girince geniş kitleler üzerinde prim yapabiliyor.
Kurtlar vadisi temasının zengin kız fakir erkek temasını sonlandırdığı yıllardayız.
Bu nedenle, bu seneki Davos toplantısında, gelir dağılımındaki uçurumun sosyal barışı tehdit eden en önemli başlıklardan biri olarak belirlenmesi çok isabetli olmuş.