Kaşla göz arasında, değişir sıralama! Geldiği an, heyecanla beklenen, eldekiler düşer bir alt sıraya. Yine öyle oldu. Merakla beklediğim kitap geçer geçmez elime, okunmakta olanlar, okunacaklar, sırasını bekleyenler, hepsi bir kenara çekildi. Yol, son gelene açıldı.
Son gelen… İlk oldu birden! Neden? Neden mi öyle oldu? Kim bilebilir ki? Belki önceki romanlarının bende yarattığı etkiden… Belki de yıllar öncesinde kurulan bir dostluk bağından, bir paylaşılmışlıktan. Birlikte çıkılan bir yolculuktan.
Öyle ya, başlangıçta birlikte çıkmıştık bu yolculuğa. Daha doğrusu yolculuk her ikimizin içinde hep vardı da, aynı zamanlarda, aynı yerde, elinizde tuttuğunuz /ya da ekranınızdan takip ettiğiniz bu gazetenin eski merkez ofislerinin birinde açığa çıkmıştı. Ben sanat sayfasından sorumluydum. O, arka sayfadan. Ben üniversiteli bir yeni yetme idim. O, ablamdı. Ne zaman bir yazının başlığında takılsam, imdadıma yetişirdi. Bir türlü beceremezdim yazılarıma etkileyici bir başlık vermeyi. “Liziiiii! İmdat” dedim mi, hiç ikiletmeden yazıyı okur, en uygun, en güzel başlığı sunuverirdi bana!
Yıllar geçti. Bir dönem, uzunca bir dönem, uzaklaştık Şalom’dan da, birbirimizden de. Herkes kendi yoluna.
Bilmezdim o zamanlar onun anlatacak hikâyeleri olduğunu. Derken, etkileyici romanlarla döndü o yaşamıma. Önce ailesinin geçmişinden kalan anıların etrafında oluşanlar... Derken topluma, bir döneme etki etmiş kişilikler… Anılar, hayal gücü ile süslenip dönüveriyordu roman sayfaları üzerinden gerçekliğe… Liz Behmoaras’ın etkileyici, içten, samimi kalemi ile her bir romanı bir sonrakini davet eder gibi okurun yüreğine… Her biri, kitapçı raflarına düşer düşmez, öne geçen, hemen okunması gereken bir haz benim için.
Son romanı, Sen bir Başka Gittin’de de öyle oldu. “Biri gitmiş, biri kalmış, bu belli” demiştim, kitabın adını duyduğumda kendime. Belli miydi gerçekten? Ve “Her gidiş bir başka gidiştir, bu da bilinen bir gerçek” demiştim. Sen Bir Başka Gittin ise bir gidişten çok bir gelişmiş meğer; okudukça insanın gözleri önünde yaşanan bir geliş. “Sıcak havanın bir bulut misali, boz rengi çorak toprağa çöktüğü bir eylül gününün ögle vaktinde, Turabdin’deyiz. Etraf son derece sakin, her şey uykuya dalmış gibi. Ara sıra esen rüzgâr dışında hiçbir yaşam işareti, hiçbir kıpırtı yok. Ancak bu sükûnete ve sessizliğe rağmen ya da belki de onlardan dolayı, Turabdin sanki gelecekteki olaylara gebe, onların vaatleriyle dolu…”
Daha ilk satırlarda yer alan bu Turabdin tarifi, romanın da tarifi bir anlamda. Geçmişin acılarından, bir halkın yaşamak zorunda kaldıklarının etrafından dolanıp terkedilmiş bir köyde geri dönüşün hikâyesi. İstanbul, Paris, Mardin arasında, geçmişin geleceği yaratmasına dair veya geleceğin geçmişin küllerinden şekillenmesine dair... Kıpırtısız ve sükûnetle başlayıp, okuru her an askıda, her an sakin bir sorgulamada finale taşıyan, bunu yaparken de yüreklerimizi sevgi ve şefkat dolu bir çarpıntı ile genişleten, kendimizi, yaşamlarımızı sorgulatan, her şeye rağmen belki de her şeyle birlikte sevgi gözyaşlarını akıtan bir geliş/dönüşün hikâyesi. Paolo Coelho’nun “İnsanlar gidişten ziyade dönüşü hayal ederler” sözü ile açılan Sen Bir Başka Gittin okura ağırlıklı olarak boz rengi toprakların Anadolu’suna bir davet. Bal rengi taş binaların Anadolu’suna biran evvel gitme özlemini yaşatan bir davet. Gidişin dönüşe, dönüşün ise gidişe dönüşerek yolu tamamlayan bir roman; ama aynı zamanda -hani nerdeyse-, Liz Behmoaras’la el ele verip, kahramanın ayak izlerini takip etmeye bir davet!
***
Auschwitz’in kurtarılmasının 70. yıldönümünü anmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde ve dahi facebook, twitter gibi sosyal medyada “Bir daha asla!” dedik 27 Ocak günü hep birlikte. Geçmişin acıları, insanlığın yaşamak zorunda kaldıkları bir daha yaşanmasın diye. Milyonlar yok olmasın diye... ‘Bir daha asla!’ dedik. BİR DAHA ASLA! Dünyanın dört bucağında ‘ben/biz’ ‘insan’ın önüne geçtiği sürece, daha dün Paris’te silahlar kalemi susturduğunda; ya da İran’da, mesela yaklaşan voleybol turnuvasına, yabancı kadınların seyirci olarak alınmasının ‘sevindirici’ bir haber gibi görülmeye devam ettikçe; Filistinliler İsrail’i, İsrail Filistinlileri vurmayı sürdürdükçe; Nijerya’da Boko Haram, Suriye’de İŞİD ve daha nice güç savaşı, savaş, hâkimiyet baskısı, ötekileştirme sürdükçe; dünyanın her hangi bir noktasında bize benzesin, benzemesin bir çocuk, henüz oyun yaşında, düşmanca sözler söyleyebiliyorsa; ya da bir diğerinin gözünden yaşlar süzüldükçe birileri ‘bizde antisemitizm yoktur” ya da “Fransa Fransız Yahudilerinin anavatanıdır” deme zorunluluğu hissettiği sürece, ne yazık ki, ‘bir daha asla!’ içi boş bir söz olmaya devam edecek!
Dünyayı savaş ve güç yaptırımları yerine sevgiyle, aşkla, şefkatle kucaklamayı öğrendiğimizde; o gözyaşını, göz ışıltısına çevirmeyi başardığımızda ancak, ‘Bir daha asla!’ sözünün içini doldurmuş olacağımızdan, bu sözü bir daha söylemek zorunluluğunu da hissetmeyeceğiz.
Naif bir dilek olsa da, böylesi bir sözü söylemek zorunda kalmayacağımız günleri bizler değil belki, çocuklarımız da değil, ama torunlarımızın görebilmesi uğruna her birimiz görevliyiz. Bugün, ‘Bir daha asla!’ derken insana ve insanlığa olan görevlerimizi cesaretle düşünebiliyor, konuşabiliyor ve gerçekleştirebiliyorsak eğer, belki de umudun hakikate dönüşmesine bir katkı da biz sağlamış olabiliriz.
Daha iyi bir dünya uğruna tüm kaybedilmişlerin anısına; BİR DAHA ASLA!