Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 27 Ocak tarihini, Holokost Kurbanlarını Uluslararası Anma günü olarak kabul ederken, kin ve nefretin, irrasyonel düşüncenin nelere yol açabileceğine, ırkçılığın, ötekileştirmenin, yabancı düşmanlığının ne gibi sosyal travmalar yaratabileceğine işaret etmek istedi. Nazi rejimi altında yitip giden milyonların, insanlığın yarınına ışık tutması ancak böyle anlam bulabilirdi.
Ulusal çıkarların, liderlerin hırslarının teslim aldığı insan yığınlarının, bu anlamda, Holokost’tan öğrenecekleri çok şey vardı. Neticede, bu, öznesi Yahudi olan bir insanlık trajedisiydi… Dolayısı ile yalnızca mirasçılarına değil, herkese bir mesaj vermeliydi. Böylece, dünya halklarının, Birleşmiş Milletlerin var oluş nedeni olan insan hak ve hürriyetlerinin farkına varması ve bunları koruma bilincine ulaşması sağlanacaktı.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine atıfta bulunarak kaleme alınan karar metninin ana çerçevesi buydu. Sembol olarak seçilen ise Şoa’nın önemli mihenk taşlarından biriydi: Auschwitz! Elie Wiesel’in dediği gibi “bir arkadaşın gülümsemesinin umut dolu bir yarın olduğu kötülükler prensliği…” ya da, 1,1 milyon canın, sahiplerinin elinden koparıldığı ölüm fabrikası…
1 Kasım 2005’de, 191 üye ülkenin oluru ile imza altına alınan karar, hiç şüphesiz Yahudi’yi ve Yahudiliği ilgilendiren ilk ve son – en geniş tabanlı – mutabakattı. Bu mutabakatı getiren, belki uluslar topluluğunun endişeleriydi, belki de birbirlerine olan güvensizlikleri, “böylesi bir katliam bir daha olur mu ?” tedirginliği veya daha kuvvetli olsun, korkusuydu…
Kızıl Ordunun Auschwitz – Birkenau kompleksini ele geçirmesinden 70 yıl, söz konusu kararın alınmasından 10 yıl sonra, etrafımıza baktığımızda gördüklerimiz, başarma arzusu ile yola çıkılan noktadan çok da uzakta olunmadığını, bu konuda “bir arpa boyu yol” bile gidilemediğini ortaya koyuyor, ne yazık ki! Dayanaksız nefret, yok etmeye yönelik düşmanlık, birbirinin varlığına tahammülsüzlük toplumların ruhlarını teslim alma çabası içindeyken, tarihten ders almamak için direnen insanlar, bilinçsizliğin pençesinde, çaresiz, sonlarını bekler durumdalar.
Oysa Auschwitz’i anlamak gerek. Holokost’un bize bağıra bağıra gösterdiklerini anlamak gerek. Bunu yaparken siyasi kaygılardan, günlük çekişmelerden, kısır kavgalardan uzak kalarak hareket etmek gerek. Var olana sırt çevirmeden, yaşananların gerçekliğini tartışmadan, bireyin önemsizleştirildiği, geçmişinin elinden alındığı, geleceksizliğe mahkûm edildiği bu süreci, anlamak gerek.
Bu sene de 27 Ocak’ta Holokost’a kurban gidenler anıldılar. Dünyanın dört bir yerinde konuşmalar yapıldı, mumlar yakıldı, saygı duruşunda bulunuldu… Aushwitz’deki törenlere katılanlar, Terezin’deki törenlere katılanlar yitip gidenleri yâd ettiler, onlara selam durdular. Polonya’dan Fransa’ya, Macaristan’dan Ukrayna’ya, Yunanistan’dan Rusya’ya, gaz odalarında öldürülenleri, bir duvarın dibinde veya bir toplu mezarın başında kurşuna dizilenleri ve daha nicelerini andılar…
Ancak Auschwitz’i, Holokost’u anladılar mı gerçekten? Nazi ideolojisinin yıkıcılığını, ırkçılığını anladılar mı? İnsanı değersizleştirmenin ne demek olduğunu anladılar mı?
Ne dersiniz?