"Nereye Bakarsan Orası Olursun”
Anneannemin hayatının cümlesiydi. Edirne’nin minik bir köyünde doğup, İstanbul’daki hayatına dedemle başlamıştı. Savaş ve yokluğu iliklerine kadar hisseden zor bir nesildi. Çocuktum, anneannem uzun uzun anlatırdı. “Nereye bakarsan orası olursun.”
“Ne demek” diye sorardım. “Acıya bakarsam canım mı acır?” Gülümserdi.
“Acılara yüz çevirme sakın, kimse oraya gerçekten dikkatle bakmaz, korkar. Acıya, acımazsan seni korkutmaz. Başkaları için üzül ama kendini daha üstün görüp sakın acıma. O zaman bütün dünya sana kendini açar” derdi. Ben tuhaf tuhaf bakardım, söylediklerine. Anlamam yıllarımı aldı. Sonra Struma’nın, anneannemin vicdanı sayesinde beni seçtiğini düşündüm.
Faciayı, kaleme almaya karar verdiğim günü hatırlıyorum. Şimdi milletvekili olan Sırrı Süreyya Önder’in de yazarlık yaptığı günlerdi. Biz oturmuş bir senaryo metni üzerinde çalışırken, konu Struma’ya gelmişti. Elindeki notları bıraktı, gözlüklerini masanın üzerine koyup gözlerini bana dikti. Büyük bir şey keşfetmiş duygusuyla elini masaya vurdu. ‘Aha’ diye bir ses çıkardı. Ardından “Kız, bu konuyu en iyi sen yazarsın” dedi. Daha elimdeki senaryoyu bitirememişken romandan bahsetmesine gülmüştüm. Ancak tarih beni yanılttı. Ocak 2014’de, ‘Struma, Aşk Yolcusu’ romanımı elimde tuttuğumda, yüzümde bu kez başka türlü bir gülümseme vardı.
Roman çıktıktan sonra basının her köşesinden aynı soruya muhatap kaldım. Neden bu konuyu yazmıştım. Bir beklentim mi vardı yoksa birileri sipariş mi vermişti acaba! Bunun gibi dolambaçlı bir dolu soruyla boğuşurken söyledim. Böyle bir dramın yaşadığım ülkede olması, yazmam için fazlasıyla yeterli bir sebepti. Üstelik haksızlığa uğrayanların üzerine çekilen kalın siyah örtüyü aralayabilmekti yaptığım. Kalemimle, evrensel sorumluluğumdan bir parçayı buluşturabilmekti.
İşte o zamanlar basında çıkıp anlatmaya başlamışken ‘Struma, Aşk Yolcusu’nu, Kültür Bakanı Ömer Çelik’e de göndermiştim. Okuduğunu söyleyip, katılmadığı bazı yerlere işaret etmişti.
Aradan geçen zamanda Mayıs 2014’de, geminin hayatta kalan son yolcusu olan David Stoliar da dünyaya gözlerini yumdu. Tanıklar tek tek tükenmiş, kitaplardan başka tanık kalmamıştı.
Devletin birçok kademesine, olayı bilmeyenlere, yurt dışında gittiğim her yerde anlattım Struma’yı. Sadece ben değil, yıllardır verilen birçok çaba ve emek sayesinde, Zülfü Livaneli’nin Serenad isimli romanı ve birçok ismin katkılarıyla bugün Struma, Türkiye’de görünür bir mesele oldu.
Dışişleri Bakanlığı’nın Struma’ya ilişkin ilk kez yaptığı açıklama elbette yeterli değildi. O günün şartlarında “hayatta tutmaya çalıştığımız insanlar” olarak bahsedilen yazılı metne göre, gemi belirsiz bir şekilde sonsuz yolculuğuna çıkmıştı. Tarihin notları ise motoru bozuk geminin ipini çözenin Türkiye olduğunu maalesef doğrulamışken… İstemeden de olsa.
Sessiz kaldığı günlerin, suça iştirak ettiğini bilmeden. “Ben bir şey yapmadım” demenin, en büyük suç, “hiçbir şey yapmamak” olduğunu anlamadan.
Sekiz yüze yakın masumun, hayatını acı bir şekilde kaybettiği faciayla ilgili ne söylesem az kalıyor. ‘Vah vah’ deyip acımaktan bahsetmiyorum. Tam tersi Struma’dakilerin, insan onuruna yakışır bir yaşam arayışlarına ve bunun için bütün riskleri göze almalarına, yaşama tutunma mücadelelerine büyük hayranlık ve saygı duyarak…
24 Şubat 2015’de, Struma Gemisi’nde hayatını kaybedenler, Sarayburnu Sepetçiler Kasrı’nda ilk kez devletin ev sahipliğinde anıldı. Kültür Bakanı Ömer Çelik konuşmasında, “Kendi kaderine doğru yola çıkan gemi” diye tanımladı. “Acı hepimizin. Bu olayı, aklımızı ve vicdanımızı diri tutmak için, tekrar böyle acılar yaşamamak için asla unutturmayacağız” dedi. Sözleri, siyaseten ve son günlerde hükümetin diline pelesenk ettiği antisemit ifadelerin yanında bir duruş göstermediği izlenimindeydi. Bazı politikacıların, konuşmalarında araya sıkıştırdığı başka gemileri ve olayları ilave etmekten kaçınan bir nezaket gösterdi. Bu tavrı için kendisini tebrik etmek gerekir. Acıya duyulan saygının, sadece tören düzenlemekle değil, araya başka acılar ilave edilmeden hassasiyetle yapılması gerektiği için.
Törenin sonunda yanına gittim. “Kitabım etkili olmuş” dediğimde gülümsedik.
Biz törendeki tüm katılımcılarla, Struma’ya, zamanın ötesinden baktık ve Struma’yız. Hayata, tahta bir gemide parçalanarak gözlerini yuman insanları gözünüzün önüne getirin. Onların en büyük ‘günahı’ hayata tutunmaktı. ‘Günah’ların en güzeli…