Zor bir hafta geçirdik. Ötekileştir-diklerine karşı sövgü dolu sözlerle hitap edenlerin, suça tahrik edenlerin, hedef gösterenlerin, sevgisizliğin, cehaletin ne gibi sonuçlar doğurabileceğine bir kez daha tanık olduk. Pazar günü ise içimizi ısıtan sıcak bir güneş, geride bıraktığımız haftanın kana bulanmış o karlı günlerini bir nebze unutturmak, geleceğe daha umutla bakmamızı ister gibiydi.
“Altı ay önce güzel ülkemizden ayrılırken içimde birazcık da olsa bir umut vardı. Belki bir gün dönerim diyordum veda ederken… Şimdi ise güzel gözlü bir kıza vahşice kıyılması, kartopu yüzünden öldürülen genç bir adam ve bunun gibi her gün yaşanan tahammülsüzlükler. Artık tek düşüncem biz büyüdükçe dünyanın daha çok kirlendiği, Türkiye’nin çocuk yetiştirmek için uygun bir yer olmadığı ve en büyük endişem çok sevdiklerimin orada güvende olup olmadıkları…”
Geçen hafta ortasında sabah erken saatlerde bana ulaşan Şalom Gazetesi’ne bir göz attım. Manşet; ‘Hedef yine Yahudiler’. Ama bu kez Fransa’dan sonra terör saldırısı Avrupa’nın en medeni ülkelerinden biri olan Danimarka’da gerçekleşiyordu.
En üst düzey devlet yetkilileri ile buluşmalar, umut, iyimserlik duygusu aşılayan yazılar… Umut insanın içini ısıtan, yaşama arzusu veren bir duygu değil midir? Umutlar tükenince ya çeker gidersin, ya da kara bahtına küsersin. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi; “Ya bu oda kapısından çıkacaksın, ya da yerinde kalacaksın. Seçim yapmadığın, ‘bilmiyorum’ dediğin sürece odanda oturmaya devam etmektesin.”
Yazımın başında yer alan alıntı, bir sosyal paylaşım sitesinden bir dostuma ait. Yurt dışında yüksek lisans yapmaya giden genç bir hanımın duygularını aktarıyor. Belki bu gencin kaygılarını paylaşır, belki de gereğinden fazla karamsar olduğunu düşünebilirsiniz. Belki de ‘bu yaşta, güzel ülkemden ayrılıp nereye gideceğim’ der veya seçim yapmaktan kaçınır, gerekçeler üretebilirsiniz.
Penceremden bakıyorum, her yer bembeyaz. Tüm Türkiye’yi ayağa kaldıran Özgecan Aslan’ın acımasızca öldürülmesinden sonra sanki kar tüm çirkinlikleri örtmeye çalışıyor diye düşündüm. Oysa yanılmışım!
Güvenlik yasa tasarısını protesto yürüyüşünden dönen ve tek suçu ‘kızlı erkekli’ kartopu oynamak olan gazeteci Nuh Köklü’nün akıtılan kanı beyazlığı kirletmişti. Belki de öldürülen sadece Nuh Köklü değil basın özgürlüğüydü. Yıllar boyu katledilen gazetecilere bir yenisi daha eklenmişti. Bıçağı saplayanın kim olduğu değil, arkasında yatan zihniyetin ne olduğuydu önemli olan. Hâlâ korkusuzca yazabilen kalemleri alkışlıyorum.
Ve aynı gün veya ertesi gün muska yaptığı gerekçesi ile 17 yıllık şizofren bir koca tarafından parçalara ayrılan ve cesedi çöp kamyonuna atılan Kübra’nın cinayeti ile sarsılıyoruz. Mecliste kan gövdeyi götürüyor. Acaba milletçe, toplu olarak cinnet mi geçiriyoruz?
Ne var ki, maalesef bu tür vahşet görüntüleri, cinayetler, tecavüz olayları pek de olağan dışı değil ülkemizde. Hatta kadına şiddet konusunda gerçekleştirilen sayısız anketlerin birinde; ‘aldattığından şüphelenilen’ kadının cezası ne olmalıdır sorusuna büyük oranda -toplam yüzde yetmiş- ‘öldürülmeli’ veya ‘kulağı, burnu kopartılmalı’ yanıtının gelmesi pek şaşırtıcı değil. Bu güne dek burun, kulak kopartmanın da töresel bir cezalandırma yöntemi olduğunu bilmiyordum açıkçası…
Teamüller, çarpık örf ve adetler yasaların önüne geçiyor nedense! Ünlü yazar Oscar Wilde’ın 150 yıl önce dediği gibi; “Bir erkek sevdiği kadını başka bir erkeğin mutlu ettiğini görmektense onun can çekiştiğini görmeyi tercih eder. Ama en asil davranış çekip gitmektir tabii...” Bir gün toplumca bu olgunluğa erişme umuduyla.
İster dini, ister mezhepsel olsun, nefret söylemlerinde, kadına karşı şiddette, suçlular kadar suça tahrik edenlerin, bilinçli veya bilinçsiz buna ortam hazırlayanların, sövgü dolu sözlerle hedef gösterenlerin sorumlulukları yadsınamaz. Ne yazık ki güzel ülkemizde bölünmüşlük toplum geneline yayıldı. Bu kara bulutlar dağılsın artık...