“SORU: O halde, dünyaya direnmek yerine, onu yuvaya dönüş şansı olarak kullanmanın yollarını mı aramalıyım?
CEVAP: EVET! Göze göz, dişe diş diyorsunuz. Ama ben size diyorum ki, kötü olduğunu düşündüğün şeye karşı direnmeyin.” (Alıntı)
Zira direnme, olana verdiğiniz tepkidir. Tepki, akışa karşı gelmektir. Direnci ne kadar arttırsanız, akışın etkisi o kadar güçlü olacak ve bir noktada sizi kıracaktır. Direnç, direndiğiniz olguyu güçlendirmekten öte bir fayda sağlamaz insana. Ve direndiğiniz olgu güçlendikçe, kişi zayıflar. Güçten düşer, bağışıklık sistemi zayıflar. Direnme, hastalıklara yol açar.
Oysa insanın doğal hali sağlıktır. İçinde yaratılmış olduğumuz evren, öyle mükemmel bir evrendir ki, şifa da hastalık gibi onun bir parçasıdır. İnsan doğal olarak sağlıklıdır. Hastalık doğaya karşı bir direnmenin ya da doğa ile uyum içinde olmamanın sonucudur.
Yaşamın başladığı andan itibaren doğası ile uyumlu olduğu kadar, doğası ile uyum içinde olmamayı da deneyimleniş insanoğlu. Bunun sonucunda da topluluklarda şifa, şifahane, şifa tılsımları yaşamın önemli paydaşlarından sayılmış. Kutsal kitaplara konu olmuş, batıl itikatlar gelişmiş.
Tıbbın bütünsel bir tedaviyi öngörmesi gerektiğine inanan Hippokrates, aforizmalarını yazdığı kitabına “Hayat kısa, sanat uzun, fırsat kaçıcı” sözleri ile başlamış: Sanatın ve üretmenin insanın içindeki yaşam coşkusunu açığa çıkarmanın çok etkin bir yolu olduğunu bildiği için mi acaba böyle demiş? Ve coşkunun, yaşam coşkusunun hastalığın en önemli panzehri olduğunu fark ettiği için mi?
Yaşamı boyunca insan, çok çeşitli deneyimlerin kahramanı olur. Bu deneyimlerin kurbanı olduğunu sandığında acı çeker, direnir. Deneyimlerin kahramanı olduğuna karar verdiğinde ise, o deneyimin üzerinden maharetle atlar, kabaran nehrin öte tarafına geçer. Louisa Hay, hastalıkların psikolojik kökenli olduğunu dile getirmişti kitaplarında. Mesela enflamasyonların kökeninde korku ve kızgınlıkların olduğuna; mesela artritin sevilmeme hissinden, yargılayıcı olmaktan, küskünlüklerden kaynaklandığına işaret ediyordu. Bu doğru olabilir ya da olmayabilir, yaşam deneyimlerinin bana gösterdiği, yaşamın sadece ve sadece bizim, kendimizin tepkileriyle şekillendiği. Aynı olaya farklı tepkiler verdiğimizde farklı deneyimler yaşadığımız.
Sağlık her zaman insanlığın merkezi meselelerinden biri olmuştur. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ile işbirliğinde olan Pera Müzesi’nde geçtiğimiz günlerde Hayat Kısa, Sanat Uzun, Fırsat Geçici, Bizans’ta Şifa Sanatı sergisini gezerken bunları düşünmüştüm. Dr. Brigitte Pitarakis’in küratörlüğünde açılan bu sergi Bizans uygarlığına ve toplumuna, bir arada uygulanan üç geleneksel şifa yöntemi aracılığıyla kısa da olsa bir bakış sunuyor. Bu üç yöntem: inanç, büyü ve tıp.
Antik dünyanın kutsal şifacıları Apollon ve Asklepios ile rasyonel tıbbın ve farmakolojinin kurucuları Hippokrates ve Dioskorides’in alt yapısını oluşturduğu sergide Bizanslıların şifa metotlarına odaklanılmış. Tevrat’ta Yosef’in rüyalarından beri insan yaşamında ilahi gücün etkisi ve rüyalarda şifa yöntemlerinden, İsa ve azizlerin şifa mucizelerine, ışık, su ve acayip mahlûkların şifa güçlerinden; maddeler, duyular ve ritüellerle şifayı güçlendirme yöntemlerine, Bizans kültüründe Konstantinopolis ve Anadolu’da şifa merkezlerine, şifa betimlemelerinin yapıldığı ikonalardan, tılsımlara şifa ve şifa sanatının yaşadığımız topraklarda yüzlerce yılda hangi inançlardan beslendiğini gözlemlemek mümkün.
Hastalığın, birincil nedeninin şeytanlar olduğuna dair inanç ile Hippokratik öğretilere dayandırılan akılcı bir algılanışın ‘şifa sanatı’nın öncülerinde -hekimler, eczacılar, azizler ve büyücüler- çarpıcı biçimde birlikte var oluşu ele alınmış, sağlıklı olmak ve hastalıklardan, şeytanlardan korunmak, bedeni ve ruhu arındırmak için yapılan günlük ritüeller anlatılmış.
İstanbul Arkeoloji Müzelerinden, İstanbul Rum Patrikliğinden, çeşitli manastır ve kiliselerden, vakıflardan, Fransa Ulusal Kütüphanesi’nden ve özel koleksiyonlardan temin edilen antik eserleri bir arada izlerken insan ister istemez antik pratikler üzerinden günümüz şifa uygulamalarını düşünüyor.
Devlet hastanelerimizde çalışan doktor arkadaşlarımızın, yaptığımız sohbetlerde her bir hastaya ayırabildikleri azami sürenin ancak üç dakika olabildiğini söylemeleri kulaklarımızda çınlıyor; belki de sağlıkta reformun üzerine yeniden çalışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Hippokrates, eski Yunan’ın altın çağında, yaklaşık MÖ 460’ta, Ege adası Kos’ta doğdu. “Tıbbın babası” olarak tanındı, doğaüstü öğretilerin asgari rol oynadığı, akılcı bir tıp sistemi geliştirdi, tıbbın özünü, kesin sınırları olan bir sanat olarak tanımladı. Tıp sanatı, eğitimle edinilen belli hünerler gerektiriyordu. Tedavisi olmayan hastalık, bu sanatın sınırlarının ötesindeydi.
“Hekimin, sadece bedene dair uzmanlaşmış bir bilgi birikimine sahip olması yetmezdi, aynı zamanda doğa ve evrenin işleyişiyle ilgili kapsamlı bir anlayışının da olması lazımdı. Hippokratik tıp, hekimlerin, sadece bazı organ veya uzuvları değil, hastayı bir bütün olarak tedavi etmesini gerekli görür. İyileştirici uygulamaların amacı bedenin doğal dengesini onarmaktır; bu özel bir sanattır. Hippokrates’in ilk aforizması, bu sanatta mükemmelliğe ulaşmak için insan ömrünün yetersiz olduğunu ifade eder.”
Hayat kısa, sanat uzun, fırsat da kaçıcı olabilir. Ancak sanat aracılığıyla, insanın içindeki yaşam coşkusunu açığa çıkartması ve böylelikle fırsatları mucizeye dönüştürmesi, hatta hayatın bir nebze de uzaması mümkün. Ya da en azından, daha renkli, daha sevgi dolu, daha güzel yaşanması mümkün.