Hayat sürprizlerle dolu. Ne zaman önümüze bir parantez getireceğini kestirmek olası değil. Mesele bizlerin bu gerçeği unutmamamız ve uyanık kalmamız. Bir ay kadar önce böylesi bir parantez deneyimi yaşadım. Geçici de olsa hayatın normal işleyişinin dışında kalmak – hele her şeyin korkunç bir hızla tüketildiği günümüzde – kişiyi geri bırakıyor.
Bu sütunlardan uzak kaldığım süre içinde üzerinde düşünmek istediğim iki konu başlığından biri Struma ile ilgiliydi... 1942 başlarında yaşanan ve çok yakın bir geçmişe dek kamuoyunun pek de fazla bilmediği bu olaya ilk kez devlet katında sahip çıkılması doğru ancak bir o kadar gecikmiş bir adımdı. Bu adımın neden bu yıl atılmış olduğu ise ayrı bir tartışma konusu olabilirdi, ancak bunu irdelemek amacında değilim.
Esas itibarı ile Holokost sürecinde yaşanan binlerce acı olayın yalnızca bir tanesidir Struma Olayı. Elbette ki böylesi yaşanmışlıkları birbirleri ile kıyaslamak doğru olmaz. Ancak Struma doğrudan Türkiye’yi ilgilendirdiğinden bizim için özel bir öneme sahiptir. Kimine göre bir diplomasi beceriksizliği, kimine göre o günün şartlarında varılması en muhtemel olan, kaçınılmaz bir sondu.
İkinci Dünya Savaşı ülkemizde pek bilinmeyen, üzerinde konuşulmayan, okullarda okutulmayan ya da kıt okutulan bir dönemdir. Belki de savaşa girilmediğindendir bu. Oysa savaş kapımıza dek gelmiş, Alman orduları Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı kontrolleri altına almışlardı. Ankara sağlam politikası ile mi savaş dışı kalmıştı, yoksa Almanların önceliği ani olarak değişmişti de ondan mı sataşma yaşanmamıştı? Nasıl bir el Almanları durdurmuştu?
Olan şu idi ki, Elçi Von Papen’in bitmek tükenmek bitmeyen telkinleri – veya baskıları – iki olayın gölgesinde eriyip gitmişti: Kuzey Afrika ve Stalingrad / Rusya’da aldıkları yenilgiler. Bu savaşlar Alman zaferi ile sona erseydi, Türkiye Nazilerin kıskacına girecek ve muhtemelen kendisini bu büyük trajedinin içerisinde bulacaktı.
Tarihte olmamışlar üzerine spekülasyon yapmak doğru olmaz. Ancak şu veya bu şekilde savaşa girmiş bir Türkiye’de yaşayan Yahudilerin sonunun da Avrupa Yahudiliğinden farklı olması beklenemezdi. 1942 Ocağında toplanan Wansee Konferansı’nda listelenen Yahudi cemaatleri arasında Türkiye’nin de olduğunun altını çizmek gerek. Öte yandan, kâh o günün basınında, kâh toplum kanaat önderleri arasında ve nihayet hükümet çevrelerinde pek çok Alman, bir adım öte, Nazi sempatizanın var olduğunu ve böylesi bir savaşta, durumu Yahudiler aleyhine zorlaştırmaya aday olabileceklerini de unutmamak gerekir.
İşte Struma böylesi bir iklimde takıldı İstanbul Boğazına. Yahudilerin değersizleştirildiği bir ortamda, onlara kim nasıl sahip çıkabilirdi ki? Belki de şöyle sormak gerekir: Kim onlara neden sahip çıksındı ki?
Bir yandan Nazilerin önünden kaçan, öte yandan 1917 Balfur Deklarasyonu ile Filistin’de bir ‘Yahudi Ulusal Yuvası’ kurmalarına destek veren ancak hemen savaş öncesinde – Arapları karşısına almamak adına – bu topraklara göçü senede 15 bin kişi ile kısıtlayan Britanya’nın sert siyasetinin duvarlarına çarpan, bir avuç Yahudi’nin hikâyesidir, Struma.
Kimseyi suçlamak gerekmiyor Struma için. Almanlar Yahudileri yok etmek için yola çıkmışlardı. İngilizler Almanları yenmek için büyük bir çaba sarf ediyorlardı. Bu çabalarında Arapları mutlaka yanlarına almaları gerektiğini düşünüyorlardı. Aksi halde onları Almanlara kaptıracaklardı. Bu matematikte Yahudi’ye yer yoktu. Öyle de oldu. Ankara’nın yaptığı ise basitçe statükoyu uygulamaktı, o kadar.
Bu konu, tüm benzerleri gibi, çokça anlatılmalı. Bu olaydaki ve diğer benzer olaylardaki insan manzaraları iyi anlaşılmalı. Bizlere, bugünden o günlere bakıp olup biteni anlamaya çalışanlara, en doğruyu o insan manzaraları verecektir.