Başkan Barack Obama görev süresinin dolmasına iki yıldan az bir zaman kala dediğini yaptı. P5+1 ülkeleri ve İran arasında, 18 aydır inişli çıkışlı seyreden nükleer müzakereler 2 Nisan’da sonuçlandı.
İran’ın nükleer enerji üretim hakkını tanıyan ancak 10-15 yıl süreyle uranyum zenginleştirme miktarına, nükleer silah üretimini engelleyecek şekilde kısıtlamalar getiren, tüm bu faaliyetleri Uluslararası Atom Enerji Kurumu’nun denetimine açacak ve karşılığında da İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasını öngören bir çerçeve anlaşma üzerinde uzlaşmaya varıldı. Nihai anlaşmanın ise 30 Haziran’da imzalanması bekleniyor.
Ancak hem ABD hem İran içinden ve tabi bölge devletleri arasından bu süreci torpilleyecek yeterince aktör varken, ABD adına henüz net bir zafer ilan etmek için erken. Üstelik de yaptırımların imzalarla eş zamanlı kaldırılıp kaldırılmayacağı konusunda iki ülke arasında mesaj trafiği sürerken.
Ekonomik yaptırımların kaldırılması ile petrol ihracatı iki katına çıkacak, dondurulmuş mal varlıkları ve finans kaynaklarına tekrar kavuşacak olan İran’da nüfusun yüzde 60’ının 30 yaş altında olduğu düşünülürse, dünya ticaretine yeniden entegre olmasıyla birlikte ekonomisi ciddi şekilde ivme kazanacak.
Anlaşmanın nirengi noktası ise İran’ın anlaşma şartlarını ihlal etmesi durumunda nükleer silah yapımına mümkün olduğunca geç ulaşması. Açıklandığı kadarıyla arzu edilen bir yıllık hedef tutturulmuş görünüyor.
Anlaşmaya rağmen İran’ın bu amacına ulaşacağına, üstüne de mükafat olarak ekonomik yaptırımlardan kurtulacağına inanan başta İsrail, Suudi Arabistan ve onların kaygılarını paylaşan Körfez ülkeleri kendi güvenliklerini sağlamak için inisiyatifi ele alma çabasına girişmiş durumdalar. İsrail Başbakanı Netanyahu son tahlilde İran ile imzalanacak anlaşmanın İsrail’in var olma hakkını tanıyan bir madde içermesi konusunda bastırıyor.
Bölgede nükleer silahlanma yarışından endişe edilirken, bir taraftan nükleer enerji işbirliği anlaşmaları imzalayan Suudi Arabistan’ın yatırımlarını bizzat fonladığı Pakistan’dan nükleer başlık temin etmesi ise an meselesi.
Buradaki asıl mesele, İran’ın nükleer silaha erişmesini engellemekten ziyade bölgedeki siyasi etkinliğinin nasıl çevreleneceği konusu. Anlaşma ertesinde Başkan Obama’nın bölge liderlerini arayarak yatıştırıcı birtakım mesajlar vermesi ve önümüzdeki aylarda İran üzerine değerlendirmeler yapmak amacıyla Camp David’de bir zirve düzenleyecek olması hep bu mevcut gerilimi gidermek için.
Başkan Obama sonrası başa geçecek yönetim ‘uzaktan liderlik etme’ politikasına ne kadar sahip çıkar bilinmez. Ancak Ortadoğu petrolüne bağımlılığı azalan ABD, hesaplarını müzakereler neticesinde giderek ılımlaşacak İran’ın bölge güvenliğinde dengeleyici bir rol oynayacağı varsayımı üzerine kuruyor. Yaşanan alan mücadelesinin özünde bu yaklaşıma duyulan tepkiler yatıyor.
Anlaşmanın içeriği iyidir, kötüdür tartışılır; ama İran’ın bölgesel gücünün nükleer müzakerelerden bağımsız olarak geliştiğini de kabul etmek gerek. ABD’nin 2003 Irak müdahalesi Ortadoğu’yu İran’a adeta gümüş tepside sundu. Arap Baharı’nın dengeleri iyice sarsması ve ardından IŞİD’in çıkması ile İran’ın sahadaki etkinliği Sünni-Şii ekseninde daha da arttı. Bugün Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’e uzanan bir Şii hilalinden bahsediyorsak bunun sorumlusu nükleer değil. Çeşitli coğrafyalarda kendini vesayet savaşları olarak gösteren güç çekişmesi Sünni bloğun bizzat içinde yaşanmakta ve bu da doğal olarak İran’ın ekmeğine yağ sürüyor.
Şimdi IŞİD’e karşı bile tam anlamıyla birleşemeyen Sünni devletler bu kez ortak düşman olarak İran’a karşı birleşmeye çalışıyorlar. Yemen’e askeri müdahale sonrası Arap Birliği’nin kendi savunma gücünü kurabileceği yönündeki açıklamalar bu iradenin göstergesi. En vahimi ise Türkiye’nin de İran karşıtı bu bloğun bir parçası olma yolunda sinyaller vermesi.
Arap Baharı boyunca tarafsızlığını muhafaza etmek yerine tüm sermayesini Müslüman Kardeşlerin bölgesel iktidarına yatırarak bölgede yalnızlaşan Türkiye, kaybettiği dostlarını kazanmak adına yeni bir risk alır mı?
Oysaki Türkiye’nin sadece enerji ihtiyacı ve ticari çıkarları düşünüldüğünde bile İran’la ilişkilerini yokuşa sürme lüksü yok. Aksine bundan ekonomik ve siyasi pay da çıkartabilir. Genç ve dinamik nüfusu, canlanan ekonomisi ve başarılı diplomasisi ile İran’ı bölgede dengeleyebilecek bir güç olabilir. Ama hangi Türkiye? Elbette, laik ve demokratik yönetim biçimini Müslüman kimliğiyle harmanlamış, mezhep çatışmalarından sıyrılarak bölge ülkeleriyle eşit mesafede iyi ilişkiler kurmuş, Batı ittifakıyla bağlarını onarmış bir Türkiye...
Sonuç olarak müzakerelerin başarısı yalnızca İran’ın sisteme dönüşüyle değil, İslam Cumhuriyeti’nin dönüşümünün seyriyle şekillenecek. Bölgede yeni bir oyun kurulurken, bakalım Türkiye hangi tarafta yerini alacak?