Geçtiğimiz hafta Yom Aşoa anma töreninde konuşan Holokost kurtulanı aktivist Karl Pfeiffer’in dinlerken; geçtiğimiz sene, yaptığım bir sunum için, Arieh Oz’un hayatını incelerken; yeni yeni vizyona giren ‘Woman In Gold – Altınlı Kadın’ filminde Maria Altmann’ın mücadelesini izlerken; savaşın hemen öncesinde, adım adım sonun başlangıcına yaklaşılırken, olup biteni, sokaktaki çaresizliği anlatan, umutsuzluk içinde debelenen insanların manzaralarından anlamlı bir seçki sunan ‘1939 Yazı’nı okurken, hep aynı şeyi anladım. Yeniden… Yeniden… Yeniden…
Şoa dediğimiz, naifçe soykırım olarak tarif edilebilecek bir şey değil… Anlatılması, erişilmesi zor; basitçe yan yana dizilen sözcüklerin ifade edemeyeceği kadar karmaşık ve bir o kadar yalın, yalın olduğu için, korkunç ve acımasız, soğuk ve ruhsuz…
“Holokost; Yahudileri, Yahudiliği, Yahudi değerlerini, Yahudi kültürünü, Yahudi olan her şeyi - geçmişi ve geleceği ile - yok etmeye azmetmiş bir insan topluluğunun, siyasi, askeri, beşeri, ekonomik, teknolojik tüm yol ve yöntemleri kullanarak, kutsal saydığı bu hedefe ulaşmada acımasız ve kararlı adımlarla yol aldığı bir zamanı ifade eder. Tarihin derinliklerinden bu yana, Yahudi adımlarını her an takip eden - kaynağı, dayanağı ne olursa olsun - antisemitizmin bir başyapıtıdır. Bu anlamda, tekilliği ve öncesizliği tartışılmaz.”
Önerdiğim bu paragrafın Şoa’yı tanımlama gibi bir iddiası yok. Ancak kişiyi düşünmeye sevk eden bir ifade olduğunu kabul etmek gerekir, diye düşünüyorum. Eliminasyon noktasına varan antisemitizmin kıvrımlarını göstermesi açısından kayda alınmaya değer buluyorum. Hatta, Şoa’nın bunun da ötesine geçtiği iddia edilirse yanlış olmaz: Yahudilerin kullanıldığı tıbbı deneylerden, bedenlerinden sağlanan ekonomik faydalara; işlerinin, mal varlıklarının gasp edilmesinden, tarihin hafızasına hakaret edercesine geçmişlerinin silinmeye çalışılmasına uzanan geniş bir ‘etkinlik portföyünü’ içinde barındırır Şoa!
Gözlem tarafından bizlere kazandırılan ‘Melnitz’i okuyorum, büyük keyif ve – paradoksal olacak ama - içimde derin bir hüzünle. Yıllar önce, ‘Damdaki Kemancı’ ile başlayan Yahudi geleneği ile tanışma sürecimde, beni kavrayan, etkileyen eserlerden birini sindirmeye çalışıyorum. Yahudi düşmanlığının, tüm zamanlarda kendini uygar ilan etmiş dünyanın dahi kodlarına nüfuz ettiğini anlatıyor, değişik yaşantılardan örnekler vererek. Ne yazık!
Yahudi kişi, yaşantısının her noktasında bir muhasebe yapmaya zorlanmış ve bunun sonunda Yahudi geleceği için karar vermiş. Bu Anatevka’da var. Melnitz’de de var. Bu Yahudi’nin sosyal genetiğinde var aslında.
Siz kendinizi ne şekilde tanımlarsanız tanımlayın, karşınızdakinin sizi nasıl algıladığı her zaman daha önemli olmuştur, ne yazık ki. Size rağmen oluşan, sizden kuvvetli ortamlar da bu gibi durumları körüklemiştir. “Pis Yahudi” ile başlayan tekerlemeler, “hangi taşı kaldırırsanız altından solucan gibi kafasını kaldıran bir Yahudi çıkar” ile devam düşünsel kirlilikler, kendinden vazgeçmiş Yahudileri de kavramış, antisemitizm çarkı içinde ufacık ufacık öğütmüştür.
Karl Pfeifer’in konuşmasında sözünü ettiği amcası, Maria Altmann’ın Viyana’da terk etmek zorunda kaldığı babası, Freud’un geride bıraktığı ve Treblinka’ya gönderilen ablaları ve daha niceleri, niceleri…Tam 6 milyon insan, 6 milyon umut, bildiğimiz ve bilmediğimiz. Bilemediğimiz.
Gelelim Holokost inkârcılarına… Ya da, Hitler ve Nazilere övgüler yağdıran modern zaman antisemitlerine… Yaşananların düzmece olduğunu iddia edenlere, binlerce tanıklığa karşın sığ ve ırkçılık dolu söylemlerle hedef şaşırtmaya çalışanlara…
Onlar hep olacaklar... Çıkarlarını insanların acı çekmeleri üzerine kurmuş, yaşam beklentilerini bu düzeye kısıtlamış olanlarla mücadele etmek, onların önlerine set çekmek, “Never Again – Bir Daha Asla” arzusuna bir reklam sloganından çok daha öte bir anlam katacaktır.
Şoa’nın, öznesi Yahudi halkı olan bir insanlık trajedisi olduğunu unutmadan, uluslar topluluğunun ırkçılık, yabancı düşmanlığı, ötekileştirme, ayırımcılık üzerine daha anlamlı ve samimi bir çaba sarf etmesi umudu ile…