Sabahları, iç huzurdan uzak, memleketin tüm sorunları beni bekliyormuşçasına endişeli ve yorgun bir beyinle uyanıyorum epeydir. İnsan yaş aldıkça, hayatın tokatlarını ve kötücül insanın darbelerini yiye yiye daha bir kalın etli olmasını ve duyarlılık skalasında bir hayli düşüş olmasını beklerken, gelin görün ki hiç de öyle olmuyor galiba.
Sabahları, iç huzurdan uzak, memleketin tüm sorunları beni bekliyormuşçasına endişeli ve yorgun bir beyinle uyanıyorum epeydir. Kendimin, ailemin, yakınlarımın günlük olağan sorunları yetmezmiş gibi bir de ülkeyi hatta dünyayı da dert ediyorum büyük ihtimalle, ‘büyüklerimin’ deyimiyle, ‘memleketi ben mi kurtaracakmışım’casına’...
İnsan yaş aldıkça, hayatın tokatlarını ve kötücül insanın darbelerini yiye yiye daha bir kalın etli olmasını ve duyarlılık skalasında bir hayli düşüş olmasını beklerken, gelin görün ki hiç de öyle olmuyor galiba. Kim bilir belki de çocukluğuma dönüyorum. İlkokula başladığım ilk günlerin sabahları tam bir kâbusa dönüşür, yalnızlık korkusu için için kemirirdi saf çocuksu yüreğimi.
Şimdi ise, her şey ruhumun hayata dönmesinde gecikmelere neden oluyor. Televizyondaki o sinirli ve bağıran siyasetçiler, kaldırımda park etmiş dört çekerler, dilenen mazlum ve mağdur Suriyeliler, hızla değer kaybeden lira, çocukların geleceği, her Allah’ın günü dinine, ırkına küfür eden nağmeler, egolarına yenilen sözde dostlar, sürüde yaşamayı tercih eden korkaklar ve tabii ki karşınıza her an çıkabilecek kötülüğün ve kötücüllüğün bilumum türevleri.
Bir o kadar daha sayabilirim ve siz, bu satırların sahibinin bunalımda olduğunu da iddia edebilirsiniz doğal olarak. Hayır değilim, çünkü direniyorum. Çünkü, istisnasız her gün, Pink Floyd’un o direniş şahikası ‘Hey you’ nun, “d’ont give in without a fight-mücadele etmeden teslim olmayın”ı hatırlayıp dimdik ayakta durmaya çalışıyorum. Her gün Kafka’nın böceği ile uyanıp, daha sonra ise Nietzsche’nin ‘üst insan’ına dönüşmesem bile, kendimin efendisi olmaya çalışıyorum, bu büyük düşünüre hürmeten.
Hepimizin hayatları bir başkalarının iki dudağı arasında çıkacak sözlere bağlı olduğu için, Schopenhauer gibi kötümserlik batağına girmeden mücadeleye devam etmek gerek. Bu düşünür, ‘mitleid- duygudaşlık/merhamet’ eksikliğinin insanı egosuna teslim ettiğini düşündüğünde, başkasının acısını hissetmeyen insan topluluklarının yarattığı hayatların mutsuzluktan başka bir yaşam biçimi getirmeyeceğini savlamıştı. Mutsuzluk genel kaide, mutluluk ise istisna idi onun için. Haklı mı, haksız mı tartışmasına girmek gereksiz. Zira hepimiz memleketin ve dünyanın ve insanlarının hallerini çok iyi görüyoruz. Kimimiz olanları sadece seyrederken, mitleid hissinden yoksunluk öteki’ye bırakın yardım etmekten, onu anlamaktan da alıkoyuyor insanı. Sonra da mutlak yalnızlık esareti ele geçiriyor benliğinizi.
Bu noktada insan soramadan edemiyor, “ya akıl ne işe yarıyor?” diye.
Aydınlanmanın insanı doğruya yöneltmesi için görev verdiği akıl, insanı gerçekten de iyi’ye doğru götürüyor mu’yu sormak lazım ilk önce. Metafiziğin yerine aklı öne çıkaran aydınlanma süreci aklın insanı doğruya yöneltmesini beklerken bir şeyler yanlış gitmiş olmalı. Adorno, aklın insanı genelde kendisine odakladığını, toplumsal düzlemde de özgürleşmeye değil, hep iktidarı, gücü, denetimi ve kontrolü sağlamaya çalışan bir mekanizma yarattığını söyler.
Özcümle, mitleid eksikliğine aklın, egoyu ve gücü pompalayan sistematiğini de eklediğinizde sabahları yorgun ve endişeli kalkmanızın nedenini anlamış oluyorsunuz. Öteki’yi anlamaya çalışmayan, ona yardım etmeyen ve de sadece kendisi için iyi olana odaklanan ve bunu da gücün yardımıyla sağlamlaştıran bireylerin tahakkümü altına girmek kalıyor çoğu duyarlı alan sahiplerine.
Lakin dünya bugün bir şekilde eski çağlara göre daha ‘ileri’ ise azınlıkta da olsalar kimilerinin mücadelesi sayesinde olduğunu da biliyoruz. İşte salt bu gerçek bile ayağa kalkmaya yardım ediyor insana son tahlilde.
Aksi takdirde, örneğin gecenin bir saatinde ülkenin hukuk sisteminin nasıl da yere çakıldığını tartışmaya veya adaletsizliğin ülken dahil her yerde nasıl da hakim değer olduğuna ‘ah’larla ve ‘vah’larla konuşmaya devam edeceğiz.
Ayakta kalmayı seçmek gerek.
Şimdi bahar, şimdi yeniden aşık olma zamanı mesela. Bize hayatı zindan edenlere inat erguvanları seyredip iyiye ulaşma mücadelesi için güç toplama zamanı.
Ruhumuzda, kötülüğe karşı duvar örme zamanı.
‘Oksijen’ alma zamanı.
Sonra da kaldığımız yerden kadim mücadeleye devam etme zamanı.