Merhaba değerli okuyucular,
Bundan sonra ayda bir dünya siyasetine ve çeşitli ülkelerdeki toplumsal dinamiklere değişik perspektiflerden yaklaşan yazılarımı okuyabileceksiniz. Sizinle buluştuğum bu ilk yazımda, günümüz dünya siyasetini genel hatlarıyla ele almak istedim. Daha sonraki yazılarımda ise, çerçeveyi daha dar tutup, belirli konu başlıkları etrafındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak arzusundayım.
2015 yılında dünya siyasetine kuşbakışı olarak baktığımız zaman bazı coğrafyaları barış bölgeleri olarak adlandırmak hiç de yanlış olmayacaktır. Özellikle Batı Avrupa’yı ve Kuzey Amerika’yı oldukça istikrarlı ve gelişmiş olarak tanımlamak mümkündür, öyle ki artık bu bölgelerde savaşın çıkacağını düşünmek pek mümkün değildir. Her ne kadar savaş seçeneğinin gerçekçi olmadığını söylesek de Norman Angell’in 1910 yılında yazdığı Büyük Yanılsama (The Great Illusion) adlı kitabında savaşın özellikle endüstriyel ülkeler arasında artık ekonomik olarak zararlı olması sebebiyle olası olmadığı iddiasında bulunduğunu ve sadece dört yıl sonra Birinci Dünya Savaşı’nın patladığını hatırlamalıyız. Ancak bugün, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da mesela Almanya ile Fransa’nın veya Amerika ile Kanada’nın savaşması ancak filmlerde tahayyül edilebilecek senaryolardır.
Öbür taraftan kimlik sorunlarının bu bölgelerde de devam ettiğini ve çeşitli etnik grupların bağımsızlık çabalarının, bugüne kadar başarısız da olsa, sürdürdüğünü hatırlamalıyız. Mesela Kanada’nın ağırlıklı olarak Fransızca konuşulan Quebec eyaleti bağımsızlık için iki kere referanduma gitmiş, 1980 yılında yüzde 60 ile, 1995 yılındaki referandumda ise halk yüzde 50,5 ile kıl payı bağımsızlığa “hayır” demiştir. Dolayısıyla, Kuzey Amerika’da hakim dilin İngilizce olmasına rağmen, çoğunluğun Fransızca konuştuğu Quebec eyaletinde bağımsızlık için çabalar boşa çıkmıştır ancak Kanada’da iki dillilik özellikle siyasetçiler için önemini devam ettirmekte ve aidiyet meselesi Fransızca konuşan topluluk için ve diğer toplumlar açısından bu ülkenin resmi politikası olan çok kültürlülük temelinde korunmaktadır.
Benzer bir şekilde Belçika’da Felemenkçe konuşan Flamanlar ile Fransızca konuşan Valonlar arasında dil ve kimlik temelli sorunların var olması Belçika’nın geleceğine dair şüpheler doğurmaktadır. Ayrıca Flamanların Fransızca konuşanlara göre daha zengin olması etnik meseleye ekonomik bir boyut da katmaktadır.
Yukarıdaki ifadelerin ışığında ulusal taleplerin nasıl ifade edileceği sorusunu düşünmeliyiz. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı olarak tanımlanan ‘self-determinasyon’ ilkesi uluslararası hukukun temel bir prensibi olsa da, bu hakkın her zaman devlet kurarak tatmin edilmesi mümkün görülmemektedir. Binlerce etnik grubun varlığına rağmen, sadece 200 civarında devletin mevcut olduğu dünyamızda halkların taleplerin demokratik ve kültürel haklar ile tatmin edilmesi mümkündür. Nitekim geçen sene referanduma giden İskoçya, Birleşik Krallık’tan ayrılmamaya karar vermiştir.
Ulusal ve dini taleplerin Batı’da bile devam ettiğini tespit ettikten sonra bu kimliklerin dünyanın diğer bölgelerinde çok daha sert şekilde ifade edildiği hatırlamalıyız. Özellikle kısmen parçası olduğumuz Orta Doğu din ve mezhep temelli çatışmalar sebebiyle dünyanın en tehlikeli bölgeleri arasındadır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını öngören Sykes-Picot Antlaşması’nın yani İngiliz ve Fransızların empoze ettiği devlet sisteminin çökmeye başladığını en azından bu sistemin tehlike altında olduğunu ifade etmek mümkün olacaktır. Her ne kadar Ortadoğu’da birçok devletin yapay yapılar olduğu ifade edilse de devletlerin kendi kimliklerini sürdürme çabaları da göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda ciddi istikrarsızlıkların yaşandığı Ortadoğu’da en azından Türkiye, Ürdün ve Basra Körfezi bölgesinde belirli bir istikrarın devam ettiği ifade edilmelidir.
Ortadoğu’nun ötesinde Uzakdoğu’ya baktığımızda Çin’in Tayvan ile kökleri Çin iç savaşına giden ideolojik sorunlar dikkate alınmalıdır. Öyle ki Çin’de milliyetçiler ile komünistler arasındaki iç savaşın galibi 1949 yılında Mao Tse Tung liderliğindeki komünistler olmuş ve Çin Halk Cumhuriyetini ilan etmişlerdir. Milliyetçi Çinliler ise Tayvan’a kaçıp Çin Cumhuriyetini kurmuşlardır. Bu sebepten dolayı Tayvan dünyada tanınmamaktadır ve diğer ülkeler ile ilişkilerini büyükelçilikler yerine kültür veya ticaret ofisleri ile devam ettirmektedirler.
Sonuç olarak barış bölgeleri olan Kuzey Amerika ve Batı Avrupa dışında savaş opsiyonu halen dış politikanın seçenekleri arasında mevcut bulunmaktadır. Bunun en önemli örnekleri Amerika’nın Irak’a müdahalesi, peşinden halen devam eden Irak iç savaşı, İsrail ve Filistin arasında zaman zaman şiddeti artan çatışmalar, 2008’de Rusya ve Gürcistan arasındaki kısa süreli savaş ve sonrasında Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’yı işgal etmesi ve son olarak, Ukrayna’nın parçası olan Kırım’ın Rusya tarafından güç kullanılarak ilhak edilmesidir.
Yukarıda da söylediğim gibi önümüzdeki yazımızda çerçeveyi daha dar tutup, dünyamızı meşgul eden meseleleri belirli konu başlıkları altında tartışmaya devam edeceğiz.
Doç. Dr. Umut Uzer kimdir?
Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini uluslararası ilişkiler alanında yapan Doç. Dr. Umut Uzer, İTÜ’de İnsan ve Toplum Bilimleri bölümünde öğretim görevlisi olarak ders vermeye devam ederken bir yandan da Uluslararası Holokost Anma İttifakı (The International Holocaust Remembrance Alliance-IHRA) Türkiye delegasyonu üyesi olarak çalışmalarına devam ediyor. Lisans eğitimini 1994 yılında Bilkent’te, yüksek lisansını ise 1997 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesinde tamamlayan Doç. Dr. Uzer doktorasını ise Virginia Üniversitesinde (ABD) yaptı. Uzer, 27 Ocak tarihinde Ankara’da düzenlenen Holokost Anma Töreni’nde de bir konuşma yapmıştı.