“Ben 13 yaşındaydım. Abimi, kardeşimi, annemi ve babamı gözümün önünde öldürdüler. Sadece benim ailemi değil, başka kızların aileleri de öldürüldü. Kızlara dokunmadılar. Bizi köylüler sahiplendi. Sonra hepimizi birileriyle evlendirdiler. Sevmeden. Yaşamak için sustuk.”
“Ben 13 yaşındaydım. Abimi, kardeşimi, annemi ve babamı gözümün önünde öldürdüler. Sadece benim ailemi değil, başka kızların aileleri de öldürüldü. Kızlara dokunmadılar. Bizi köylüler sahiplendi. Sonra hepimizi birileriyle evlendirdiler. Sevmeden. Yaşamak için sustuk.”
Bu cümleleri hayatını beş sene önce kaybeden Ermeni asıllı bir teyzeden dinlemiştim. Gözünün önünde kendi kardeşleri ve tüm ailesi öldürülmüş. Nasıl bir duygu olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağım ama korkunç olduğuna eminim.
‘Teyzenin’ adını ailevi sebeplerden dolayı yazmadım. Kendi kulaklarımla dinlediklerimi paylaşıyorum.
‘Teyze’, katledilen başka bir ailenin içinde, ilk göz ağrısının olduğunu anlatmıştı. O da ölmüş. “O kadar ölüm göreceğime ilk ben ölseydim keşke” demişti, haklıydı. İnsan böyle bir durumda, çapraz acılar içerisinden çıkıp yaşadığına şükredebilir mi? Gerçekten bilmiyorum. Ama anlattıklarına gönüllü tanık olmak ister gibi dinledim. Tanıdıkça acıları hafifleteceğimizi bilerek. En azından dinlemenin ne kadar önemli olduğunu hatırlayarak.
Günlerdir, yıllardır Ermeni meselesi konusunda soykırım var, yok tartışmaları bitmek bilmiyor. Bana sorarsanız ‘teyze’ için giden öyle bir gitmiş ki, ne dense boş…
Üstelik “siz de bizi kestiniz” yaklaşımıyla arpa boyu yol alınamayacak.
1914 yılında ‘teyze’den daha şanslı bir aile, Los Angeles’e taşınmış. Onların bu kuşak torunlarından olan Kim Kardashian ise 1915 olaylarını, Time Dergisi’ne değerlendirdi.
“Türkiye’nin soykırımı kabul etmesinin zamanı geldi. Bu şu anda oradaki insanların suçu değil, 100 yıl önce yaşandı. Türkler bu durumu kabullenirse herkesin hayatına devam edebileceğine inanıyorum. Geçmişle yüzleşmemek saygısızlık” ifadelerini kullandı.
Ankara Kardashian’ın açıklamalarını ciddiye almamış olabilir ancak öylesine edilmiş laflar değil, kökleri komple değiştiren realitenin bir parçası kendisi. Durumda o kadar da hafif kalır yanı yok anlayacağınız. Ancak söylenenler yine kapı, duvar olmuş durumda.
Sanırım kabullenme ikinci aşama, biz henüz etraflıca tartışamıyoruz bile. Yani aşamalardan hiç bir basamağı atlamış, yahut oraya doğru yürümüş dahi değiliz.
Avrupa’dan açıklama yapan herkesi tersledik. Bütün dünya bu konuda bir şeyler söylüyor ve biz ısrarla gözlerimizi, kulaklarımızı kapatıp tüm her şeyi başka bir yerden okumayı seçiyoruz. Gurur yapıyoruz, ecdadımız masallarından balonlar yapıp şişiriyoruz. Sonra yurt dışından gelen açıklamalar, o balonları tek tek patlatıyor ama biz yeniden şişiriyoruz.
1915 olaylarında hayatını kaybeden ve katledilen insanlar, bu topraklardan göçmek zorunda kalanlar var. Antakya’nın Vakıflı Köyü’ne gidecek olursanız o dönemlerde evlerinden, barklarından sökülen insanların hikâyelerini dinlersiniz. Musa Dağı’nda bir Fransız gemisi gelsin diye bekleyerek, soğuk geçen kış gecelerini anlatırlar. Sonra yapamayıp bin bir güçlükle Vakıflı Köyü’ne geri dönen Avadis Amca vardı. Artık yaşamıyor. Mavi gözlerinden de mi o suçluydu bilmiyorum. Ben olayları ondan duyan şanslılardanım. Üstelik askerlik yaptırdıklarında silah dahi teslim etmeden kazma kürek verilmiş kendisine. Sırf ona değil elbet, ‘gayrimüslim’ askerlere diyelim. Adam yerine konmamışlar.
Ermeni Soykırımı var mı, adına soykırım mı denmeli? Bu soruların yanıtı Türkiye’de yok. Çünkü başta Ankara olmak üzere birçok isim meseleyi örtmekten yana. Durumu tanımamak ve tartışılmasından son derece rahatsızlık duyduğu bir politikasızlık örülmüş.
Ayrıca Osmanlı’nın yıkılışından genlere işleyen hicap, sanırım bu meselelerin tartışılmasına da izin vermiyor.
Nereden bakarsanız bakın, buralarda birileri ölmüş. ‘Teyze’nin kalp ağrısı hiç geçmemiş. Ecdadımız pek de iyi şeyler yapmamış. Ve bütün dünya bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Orada kalbi ağrıyan kimse var mı?