Modern anne-babaların yaygın biçimde benimsediği görüşleri arasında çocuklara ceza ve ödül uygulamalarına karşı olmak (uyku ve yemek saati olmasına ya da çocuklara hastalıklardan korunma amaçlı aşı yapılmasına da...) bir tür ‘plaza tarzı devrimci duruş’ olarak kendini diğerlerinden ayırır. Çocukların robotsu biçimde yetiştirilmesine yol açacağı endişesi ile ortaya çıktığını varsaydığımız bu yaklaşımın en uç şekli hayatta yaptıklarımızın somut bir sonucu olmaması gibi bir yere varır. Çocuk yaştaki beyin yapısında somut ödül olmasa da ‘iyi’ davranmamızı sağlayan empati sistemleri bir yandan gelişmekteyken, ödülle pekişen ve cezayla pasifleşen davranışlarımızı düzenleyip denetlemek için pek de hazır sayılmayız.
“Ne yaparsan mubah, yeter ki iste!” sloganının egemen olduğu bir dünyaya gelen çocuklar, tam da doğruyu yanlışı eylemlerinin sonuçlarına bakarak öğrendikleri bir yaş döneminde, ödül ve cezaya karşı olan anne-babalarının gözünde ya da okullarında kendi canlarının istediğini yapma’nın (“çünkü BEN öyle istiyorum”) makbul ve muteber olduğunu görürler: “Oyuncağımı pencereden mi attım, elbet yenisini alacaklar”dır. “Kardeşime çelme takıp düşüşünü mü seyrettim, olur böyle şeyler”dir.
Aman durumu patolojikleştirmeyelim derken, başkalarına zarar vermeyi normalleştirip “eh, öteki de yapmıştır bir şeyler” diyerek açıklama kültürünün kaynağındaki ‘sahte özgürlükçü’lüğe (“hayattaki eylemlerimin sorumluluğu bana ait değildir”) rıza göstermek zor. Bu ‘laissez faire’ özgürlükçülüğünün başkalarının ihtiyaçlarını umursamayan, kendisinin ihtiyaç ve istekleri dışına çıkamayan bireyler yetiştirmeye gittiğini göremeyen 1990’lar anne-babalarının (ve o dönemde oluşmuş özel okul kültürünün) çoğu şimdiki duruma hayıflanmaktalar. Eylemlerimizle yol açtığımız sonuçları görmenin öğreticiliğini hatırlayarak yapılabilecek şeyler yine de var.
Ancak ceza ve ödülün keyfi biçimde ve çocuğun gelişimini gözetmeksizin verilişi yaşamdaki karar ve adımlarımızın doğal sonuçlarını görmemize ve (bir çocuk olarak) kendimize çekidüzen vermemize yaramaz. Üstüne üstlük, ailenin, okulun ya da devletin hayatımız üzerinde kendi ‘rahat’ına göre yaptığı düzenlemelere uymamanın mümkün olmadığını görür, bu ‘cezasız suçlar ve suçsuz cezalar’ dünyasının üyesi, olmayan başarılar için ödüller, işlenmemiş suçlar için cezalara dayalı bir düzenin dişlisi oluruz.
Yoksulluk ve çocuk gelişimi
Amerikan hayat tarzının taşıyıcısı inançlardan birisi olan ‘herkes üst sınıflara ve daha iyi bir hayat tarzına tırmanabilir’ olma yoksulların yükseköğrenim görebilme fırsatı ile ilişkilendirilir. Yoksulların üniversiteye gidiş oranlarının 1970’lerden bu yana yüzde 28’den yüzde 45’e yükseliş göstermesi fırsatlar ülkesindeki gelir dağılımı eşitsizliğinin ve sınıfsal farkların eğitime pek yansımadığına, nihayet sınıfsal farkların kapanmasa da azalıyor olduğuna kanıt sayılabilir. Ancak, yoksulların üniversiteye gidiş/giriş oranlarına değil de, üniversiteyi tamamlayabilme oranlarına bakıldığında ABD’de bu konuda 40 yılda pek bir şey, hatta hiç bir şey değişmediği anlaşılıyor. Mezuniyet oranları yüzde 20’lerde geziyor. En üst (dörtte bir) gelir dilimindeki gençlerin ise yüzde 99’u girdikleri üniversiteyi bitiriyor.
Yoksullara ne oluyor, okullara girip de bitirememelerinin sebebi ne? Giderek pahalılaşan okullara para yetiştiremedikleri için mi? ABD hükümetinin eğitim masraflarına katkısı giderek daha düşüyor. Cepten para koyma gerekliliği, ödemekle bitmez kredilerin korkutuculuğu gibi sebepler de eklenebilir. Yoksa yoksulların gelişimsel farklılıkları mı var? Bilişsel becerilerini geliştirmeyen ev ve okul ortamlarında yetiştikleri için okul yükünü taşıyamaz hale kolayca mı geliyorlar?
1.099 çocuğun beyin görüntülerinin analizine bakılan önemli bir çalışma Nature Neuroscience’da yayımlandı (Noble ve ark., Mart 2015). Sonuçlar oldukça net: yıllık 25.000 dolardan az kazanan ailelerin çocuklarının beyin yüzölçümleri yılda 150.000 dolardan çok kazananlardan yüzde 6 daha küçük. Beyin kıvrımlarının çokluğu oranında artış gösteren beyin yüzölçümü bilişsel beceriler (öğrenme, muhakeme gibi) ile doğrudan ilişkili. Yoksulların kendi arasındaki kıyaslamalarda da gelir farklılıkları beyin boyutlarına yansıyor. Dil gelişkinliği ve karar mekanizmalarını ölçen bilişsel testlerdeki skorlar yıllık gelir düştükçe azalıyor.
Scientific American’daki yorum yazısında bir başka araştırmaya gönderme yapılıyor. Bir aylık Afrika kökenli Amerikalı bebeklerde yapılan (Martha Farah ve ark.) çalışmaya göre ailenin gelir düzeyi ile beyin gelişimi göstergeleri arasındaki bağlantı hayatın ilk ayında bile mevcut. Bu kadar erken bir etkiyi, daha bildiğimiz anlamda yaşamaya henüz başlamışken ortaya çıkartan etkenler neler olabilir?
Annenin beslenme biçimi, gebelik dönemindeki stres, yaşama ortamlarında toksik maddelerin çokluğu gibi çevresel etkenler genetik yapı üzerinde olumsuz etkiler yaratarak beyin gelişimini aksatıyorlar.
Gebelik döneminde ‘iyi’ koşulların yaratılmasının gerekliliğini gösteren bu bulgular bir yandan da moral bozucu. Henüz hayatın ilk haftalarındayken bile kendilerinden daha varlıklı (aileleri olan) bebeklere göre geriden gelen bir gelişim çizgisinde olan yoksul bebeklerin geleceği nasıl olacak? Koşulların düzeltilmesi ile tersine dönebilecek bir kötü gidişten söz edebilir miyiz?
Anne-babanın güçlendirilmesi ve bebeğin beyin/zihin gelişiminin düzeltilmesi için yoksulluktan kurtarılmaları yeterli olacak mı? Anne-babanın yoksulluğu parasızlık ile ilişkili problemler ortaya çıkardığı gibi, işsizlikle bağlantılı görülebilecek bir eksiklik olarak toplumda üretici bir rol oynayamama ciddi bir stres kaynağı. Bunun paralelindeki bağımsızlığını bir türlü kazanamama ise ‘düşük statü’lü ruh durumunun stresini pekiştiriyor. Bu öyle bir stres ki, toplumun en altında olmanın, ‘sürü’den uzak düşmeye her an daha yaklaşmanın getirdiği bir yok oluş kaygısıyla beraberce yükseliyor. Stresin kimyasal iletkeni kortizol düzeyinin toplumsal statüsü düşük primatlardaki yüksekliğini depresif duygudurum bozukluklarında da sıkça görebiliriz. Kortizol’ün sürüp giden yüksekliğinin anne ya da babanın bellek ve muhakemesi üzerine olan negatif etkisi yanı sıra çocukta strese dayanıksızlık ve kolayca dağılabilme gibi etkileri var. Stres yoğunluğu ile karar mekanizmalarının zayıflaması arasındaki bağlantıyı aşmanın yolu küçük bebeklerde daha berrak; henüz zamanın, yıpranmanın etkileri devreye girmemiş.
‘Küçük kalmış beyin’lerin ihtiyaçlar karşılandığında olması gereken boyuta ulaşması mümkün değil mi? Tabii ki mümkün. Anne-babasıyla keyifli oyunlar oynayabilen bir bebek düşünün. Her an hem duygusal hem bilişsel olarak aldığı uyaranların hücre gelişimini sağlamasını bekleriz. Anne-babanın çocuklarıyla beraber zaman geçirmesi önerisinin tek hedefi de budur. Ancak her “çocuğunuzla zaman geçirin” deyişimizde iki soru karşımıza çıkar: Hangi zaman? Ne yapacağız? Gündelik koşuşturma içinde zaman ve mekân kavramlarını kaybeden (vücudun stres alarmı vermesi için bir başka sebep daha) anne ve baba bebekleriyle ne yapacakları ya da ne yapmaları gerektiğini bilemez hale gelmiş olabilirler.
Yoksul anne-babaların donanım eksiklerinin giderilmesi ve öğrendiklerini uygulayabilecek zaman ve mekân düzenlemeleri beyin boyutlarının ve dil/muhakeme mekanizmalarının ‘normalize’ olması için ilk adımdır.