Yeni dinlemeyecektim Zülfü Livaneli’yi. Birkaç kez farklı tarih ve sebeplerle aynı ortamda bulunmuşluğum ve sohbetinin tadına varmışlığım vardı. Geçen hafta U- Plus programı çerçevesinde, kişisel gelişim konusunda bir yazar olarak fikirlerini onlarla paylaşacaktı. Bu sohbet de asla kaçırılmamalıydı.
En ön sırada bir koltuğa oturdum. Onursal Başkanımız Bensiyon Pinto’yla sohbet ederken üniversite yıllarında edebiyatçılar ve yazarlarla haşır neşir olduğumuz, bazılarının hocamız olduğu, onlarla tatlı sohbetler ettiğimiz, onlara çekingen sorular sorduğumuz günlere gittim yeniden ve içimde yine aynı heyecan, çekingenlik ve büyük bir beklenti oluşuverdi.
Sanatçılarda bizi büyüleyen, adı konulmaz bir şey var. Tanrı sanki onlara bize vermediği özel bir yetenek ya da nitelik vermiş gibi, daha salona girer girmez bizi etkileri altına almayı başarıyorlar. Bu etki, onların yaptıkları resimlere baktığımızda, yazdıkları bir romanı okumaya başladığımızda ya da şiirlerinin ilk iki dizesinde zamanın başka bir yerine taşındığımızda da oluyor.
Zülfü Livaneli salona girer girmez de aynı şey oldu, bu sefer yalnızca bana değil, gençlere de… Sanki onunla her zaman sohbet ederlermişçesine ve az sonra ne kadar şahane bir konuşma dinleyeceklerini bilirmişçesine samimi, coşkulu ve istekli alkışlarla karşıladılar kendisini. Herkesin yüzüne samimi gülümseme yayıldı. O kadar sahiciydi ortam... Ve belki de ilk defa, artık yetişkin olmanın da getirdiği rahatlıkla içimdeki heyecanı kontrol altına alabildiğimi fark ederek sevindim. Ne de olsa ben öğrenci değildim artık.
Gençlerin en büyük arzusu kısa yoldan ve mümkünse kolay bir biçimde iş, para ve mevki sahibi olmak… Bunun mümkün olmayacağını ve aslında nasıl olması gerektiği defalarca anlatmış ve dinlemiş biri olarak Zülfü Livaneli’nin çocuklara ne diyeceğini merak ediyordum. Mutlaka daha farklı bir cevabı vardı. Belki de herkesin bildiği bir şey söyleyecekti ama herkes gibi söylemeyecekti. Bundan emindim. Çünkü yazarlar, herkes gibi söylemedikleri için yazar oluyorlar. Başka söylemek, herkesin harcı olmadığı, büyülü bir şey olduğu için. Çünkü onlar söz virtüözleri… Yürekleri başka türlü atar gibi, akılları başka türlü düşünür gibi… Bütün bu başkalıklar içinde de bize bir o kadar tanıdık, bir o kadar, ben de olsam böyle yazardım, dedirten bir tarafları da var. İşte o taraf, onları bize yakın kılan ama o tarafa gelirken geçtikleri yolu hiç bilmemek, onları bizim için gizemini her zaman koruyan kişiler yapıyor ve onları dinlemek, kelebeğe dokunmak gibi oluyor. Elinizde pırıltıları kalıyor. Bu sebeple Livaneli’nin cevabını merak ediyordum.
Hayatta ne yapmak istediğini bilmek ve onu yapmayı çok istemek, noktasından çıktı yola… Bütün kelimeler aynı kilit sözcükte birleşiyordu dudaklarında: İstemek.
“Bir şeyi çok isterseniz, ona mutlaka ulaşırsınız. Onu yapmayı istemektir burada asıl amaç. Onu yapmaktan zevk almak, hatta onu yaptığını fark etmeyecek kadar ona kendini kaptırmaktır. Bütün bunlar olup biterken istediğimiz her ne ise zaten sonunda bizim olacaktır. Başarı denen şey de onun bir yan ürünü olarak gelecektir bize. Ben başarılı olacağım ya da ben zengin olacağım, diye yola çıkan kimse eğer bir yolsuzluğa bulaşmamışsa amacına ulaşmaz. Ben bunu yapmayı çok istiyorum, cümlesiyle yola çıkan, farkında bile olmadan hem başarı elde eder hem de zengin olur. Bakış açısını ters yönde tutmayı başarmalıdır insan…”
Küçük bir çocukken bir gün babasına, ben yazar olacağım, dediğinde babası ona, ‘para kazanamazsın, o senin dediğin milyonda bir olur’ cevabını vermiş ve şöyle demiş babasına, “işte o kişi ben olacağım.”
Yazar olmayı çok istemek ve sonunda kitapları onlarca dile çevrilen, milyonlar tarafından okunan biri olmak… Müzik yapmayı çok istemek, sesi ve yorumuyla beş yüz bin kişiyi bir alana toplamayı başarmak… Önemli olan insanın kendisi olabilmesi, diyerek de bunu gençlere en sade biçimde anlatmak…
Size aktardığım sohbetin sadece bir yönü… Sohbetin içinde bir yerde, kitabım bugün çıktı, dedi. Adı Konstantiniyye Oteli.
Okumaya başladım bile, inanılmaz sürükleyici ve farklı, tavsiye ederim, hemen okuyun.