Bir davranışın sonuçları ile yüzleşmemek için en kolay yol inkârdır. Böylece kişi kaygıdan kurtulmaya çalışır. İnkârın türlü şekilleri vardır. En basiti, kişi başka erdemlerinden bahsederek bunu yapmış ‘olamayacağına’ dikkat çeker. Oysa hepimiz biliriz ki mutlak iyi veya mutlak kötü diye bir şey yoktur. Kişi, özellikle tehdit altında hissettirildiğinde ve uygun koşullar bir araya geldiğinde düşmanlaştırdığı öteki kişiye karşı gayet saldırganlaşabilir.
Aynı şey toplumlar için de geçerlidir. Toplumlar diyorum, devletler demiyorum. Zira devletlerin inkâr politikalarının ardında çoğunlukla ekonomi ve güvenlik nedenleri yatar ve o tür inkârların ‘kral çıplak’ olduğu durumlarda bile göz ardı edilmesi normaldir. Bu yüzden bizim incelememiz gereken toplumların inkâr kararıdır. Toplum vicdanen rahatlamak için, bazı taktikler geliştirmiştir: kendini asıl ‘mağdur’ gösteren ilgisiz olaylara dikkat çekmek, eş zamanlı olmadığı halde ilgili gibi görünen olaylar arası sanal bir bağlantı kurmak ve eş boyutta olmayan olayları birbirinin nedeni olarak göstermek gibi. Hâlbuki toplumların kendilerini temiz tutma niyetiyle yapıştıkları inkâr, tam tersi sonuç verebilmekte. Toplumun kendini aklama çabası aslında doğrudan sorumlu olmadığı bir suçta onu suç ortağı konumuna sokabilmekte.
Bir konferans dinledim Boğaziçi Üniversitesi’nde. 1915 Ermeni olaylarının 100. yılı vesilesiyle pek çok akademisyen sunumlar yaptı. Üzerine bir ay geçtiği için konu gündemden düştü. Bir iki resmi empati mesajları yayınlandı, ama aslında konu hala orada sallanıyor bana kalırsa. Gün içindeki konuşmalar içinden en çok ilgimi çeken Türk toplumunun Ermeni olaylarını daha en başından inkâr etmesi ile ilgiliydi. Toplumun bu ağır yükle nasıl baş ettiğini ve kendini temiz pak gösterdiğini değişik dönemlere bölerek anlatan Müge Göçek tam da toplumsal inkâr dersi veriyordu aslında. İlk başlarda tarih kaynaklarına erişim zorken anlaşılabilir bir durumdu belki inkâr, ama artık günümüzde bilgiye erişim mümkünken bile konuyu anlamak isteyenler azınlıkta.
Tarihsel kesitlerden ilki Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı dönemiydi. Batıdan akın akın gelen mağdur Müslümanlara Anadolu’da yer yurt açma gereği doğmuştu. Çoğul etnik yapıya sahip Anadolu’nun Müslüman mülteciler için gerekli olduğuna karar verildi. Hayali bir şiddet ve işbirliği bağıntısı kurarak Osmanlının kendi Ermeni halkını sözde bir göçe sürüklemesi fevkalade kusurlu bir açıklamaydı. Ancak toplum da bu olayı sadece normal bir kadro değişimi olarak algıladı.
Anlatılan ikinci kesit Cumhuriyet dönemiydi. Milli eğitim sayesinde liderlerin kahramanlaşması için geçmişleri aklanıyor ve şiddet olayları normal gösteriliyordu. Zaten sayıca azalmış olan gayri Müslimlerin izleri yavaş yavaş siliniyor, milli ekonomi söylemleri ile mal varlıkları el değiştiriyordu. Hep dış mihraklarla iş birliği ima ediliyordu. Sonuçta Yunanistan’a ders vermek amacı ile 6-7 Eylül pogromları gerçekleşti, Rumlar kadar diğer gayri Müslimler de nasibini aldı. Birkaç mahkeme ile sözde suçlular cezalandı. Üzücü olan, toplumun tamamı bu olayların şiddet unsurunu inkâr etti, bir tür düz mantık kurarak olayları akladı.
Son kesit de Lübnan kökenli terör eylemlerinin yine Ermeni Türkiye vatandaşlarının suçu gibi gösterilmesi, yine toplumun mağdur olan taraf olarak su yüzüne çıkma çabası.
Kısaca, tarihsel olayları devlet söylemleri şekillendirse bile toplumlar kabul etmek zorunda değildir. Toplum sessiz kalarak ve inkâr ederek etik sorumluluğunu ihmal etmektedir. Bunun değişmesi kimseyi daha kötü yapmaz.