Türkler ve Ermeniler arasında ciddi bir diyalog kurulacak ve barış tesis edilecekse her iki taraf da birbirine karşı nefret söyleminden uzak, ırkçılığı ve terörizmi ret ve telin eden yaklaşımlarla birbirine yaklaşmalı ve iki halkın ortak kültürü üzerine bina edilen bir gelecek kurulmalıdır.
I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin yaşadıkları trajedinin 100. yıldönümü olması sebebiyle bu yıl, birçok ülkede ve Türkiye’de çeşitli etkinliklerle anıldı. Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinde gösteriler yapıldı, Ermeni Patrikhanesi İstanbul’da AB Bakanı Volkan Bozkır’ın da katıldığı bir ayin düzenledi. Bu ayin ve devletin oldukça üst bir seviyede ayinde temsili bir ilkti.
Ermeni meselesi açısından bu kadar önemli bir yıldönümünü arkada bırakmışken, ben de bu konudaki fikirlerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Öncelikle meselenin çeşitli veçhelerini ortaya koymakta fayda bulunuyor. Batı dünyasının önemli bir bölümü tarafından Ermeni soykırımı olarak adlandırılan olaylar 1915 yılıyla sınırlı değildir. İddialar 1923 yılına kadar uzatılmaktadır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve kurucularına karşı ciddi suçlamalar mevcuttur ki bunları soykırıma iştirak olarak niteleyebiliriz.
Nitekim Boğaziçi Üniversitesinde 26 Nisan tarihinde yapılan konferansta Michigan Üniversitesi Profesörü Fatma Müge Göçek, İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın soykırım suçlusu olduklarını açıkça iddia etmişti.
Bu arada Ermeni soykırım iddialarının ateşli savunucuları olan Fatma Müge Göçek ve Taner Akçam’ın sosyolog olmaları ilginç değil mi? Ve gene aynı toplantıda Göçek 1928 yılından önceki yayınları Osmanlıca bilmediği için okuyamadığını itiraf etmişti. Tabi burada vurgulanması gereken şudur; bu konu üzerine yazan birçok akademisyen ve aydın konuyu, Ermeni meselesi üzerine çalışıp bu olayların soykırım olmayıp, savaş sırasında yaşanan insani bir trajedi olarak niteleyen akdemisyenlerden daha derinlemesine bilmediğidir. Aslında yapılan, sadece bu meseleye kendilerince bir yorum getirmektir. Diğer bir deyişle Anadolu’daki Ermeni kayıpları konusunu önceden tasarlanmış bir plan dahilinde işlenmiş cinayetler olarak görüp, tarihi arka planı ve Türklerin kayıplarını göz ardı etmektir.
Buradaki önemli husus, II. Dünya savaşında Nazilerce yok edilmesi tasarlanan Yahudilerin ayrıntılı bir listesinin sunulduğu 1942 yılındaki Wannsee Konferansı - ki burada sadece Alman işgali altındaki ülkelerden değil aynı zamanda Türkiye’deki Yahudiler de listelenmektedir - benzeri bir karar Ermeniler için alınmamıştı ve böyle bir yok etme kararının alındığına dair elimizde bilgi yoktur.
Ayrıca, Holokost’un icrasındaki temel fikir olan antisemitizm gibi bir Ermeni düşmanlığı o dönemki Osmanlı toplumunda mevcut değildi. Öyle ki İttihat ve Terakki Cemiyeti Daşnaklarla Abdülhamit’e karşı işbirliği içinde olmuş, Dışişleri Bakanı Gabriel Noradukyan gibi Ermeni bakanlar atanabilmişti. Sonuç olarak Nazi Almanyası ile İttihatçı Osmanlı Türkiye’si arasındaki fark çarpıcıdır. Nitekim gazetemizin genel yayın yönetmeni İvo Molinas “1915’e soykırım dersek Holokost’a ne diyeceğiz?” diye haklı olarak sormuştu.
Ermeni iddialarının temel kaynağı olan Ambassador Morgenthau’s Story (Büyükelçi Morgenthau’un Hikayesi) adlı kitap ise Amerika’nın 1913-1916 yılları arası İstanbul büyükelçiliğini yapmış Henry Morgenthau tarafından kaleme alınmış ve 1918 yılında basılmıştı. Bu kitap Ermeni soykırım söyleminin temel kaynaklarından biridir. Ancak bu kitaptaki Türk düşmanlığı o kadar ciddi boyutlardadır ki objektif bir çalışma olarak görülmesi mümkün değildir. Büyükelçiye göre Türkler ‘vahşi’, ‘kana susamış’, ‘medeniyetten uzak’ ve ‘ilkel’, Ermeniler ise entelektüel olarak Türklere üstündür. Ayrıca Morgenthau’a göre Türkler ancak Ermeni kanıyla kendi kanlarını karıştırırlarsa medeni insanlar haline dönüşebilirler.
Dolayısıyla kitabın temel teması Türk düşmanlığı üzerine bina edilmiştir. Bugün bile hala bu kitap o dönem hakkında okunması gereken temel kitap olarak sunulabiliyorsa Ermeni soykırım anlatısının ne kadar çürük temellere oturduğu kolayca anlaşılabilecektir. Dolayısıyla, batı tarih yazımının bir tarafın anlatı ve öğretisini mutlak tarihi hakikatler gibi sunan önyargılı bir duruşun eseri olduğunu burada ifade etmeliyiz. Ayrıca Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nın Turk in America (Amerika’da Türkler) adlı kitabında fevkalade bir şekilde anlattığı gibi Türkofobi, Avrupa’nın yanı sıra, 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğuna karşı Amerika’da da yerleşmiş bir fikir olup diplomat, misyoner ve seyyahların önyargılı kitap, makale ve raporlarına dayanmaktaydı.
Ayrıca I. Dünya Savaşı’nın savaşan taraflarından özellikle İngiltere’nin savaş propagandası olarak sunduğu abartılı iddialar bir karalama kampanyasını getirmiş ve Türk tarihi ile hesaplaşma sonucunu doğurmuştur. Osmanlı Türkiye’si topraklarını işgal eden güçlere karşı en azından Rumeli ve Anadolu’da savunma savaşı sürdürmüştür. Dolayısıyla soykırım iddiaları en hafif tabiriyle tarihi bağlamdan kopuk ve önyargılıdır.
100. yıl anma toplantılarında da bu Türkofobi yaygın olarak izlenmekte, Türklerin öldürülmüş olması nedense şiddetle inkâr ve reddedilmekte veya önemsiz sayılmaktadır. Bu naratifi paylaşan Türklerin neden Türklere karşı böyle bir nefreti paylaştıkları bilmek zordur ve ayrı bir araştırma konusudur. Ama sanki Ermeni milliyetçi iddiaları tarihi gerçeklermiş gibi herkesin kabul etmesini beklemek saldırgan bir hegemoni kurma çabasıdır ki, İstanbul’daki bazı akademik ve entelektüel çevrelerde oldukça etkin olmuştur. Ama unutulmamalıdır ki özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki hafıza inkâr üzerine değil karşılıklı çarpışmalar üzerine kuruludur ve Atatürk’ün de muhtelif kereler ifade ettiği gibi Müslüman ahaliye yapılan mezalimleri hatırlamaktadır.
Bütün bu ırkçı ve Türkofobik fikirlerin mevcudiyetini Ermeni kökenli genç akademisyen Arman Grigoryan Washington Post gazetesinde yazdığı makalede kabul etmekte, Ermenilerce Türklere karşı ırkçı bir söylem kullanıldığını, “Türk diplomatları öldüren teröristlerin yüceltilmesini” eleştirmekte ve bu durumun Diaspora’daki Ermeni toplumunda son derece yaygın olduğunu yazmaktadır.
Günümüz Türkiye’sine yapılan itham sadece Ermeni meselesiyle sınırlı kalmayıp 19. yüzyılın sonunda itibaren sırasıyla Bulgarlara, Ermeni, Süryani ve Rumlara soykırımları içermektedir. Böyle katliamlar ve soykırımlar silsilesi yapmış bir millet olma iddiasını Türk halkının çoğunun kabul etmesi beklenemez ve bu durum ülkeyi daha da içine kapatır. Türklerin acılarını ve hafızasını dikkate almayan yaklaşımlar her ne kadar bazı çevrelerce kabul edilse de toplumun çoğu tarafından kabul görmesi mümkün değildir.
Dinleri dışında, kültürel olarak birbirine çok benzeyen Türkler ve Ermeniler arasında ciddi bir diyalog kurulacak ve barış tesis edilecekse her iki taraf da birbirine karşı nefret söyleminden uzak, ırkçılığı ve terörizmi ret ve telin eden yaklaşımlarla birbirine yaklaşmalı ve iki halkın ortak kültürü üzerine bina edilen bir gelecek kurulmalıdır.