Başlık Prof. Sedat Laçiner’in 1 Ağustos 2014 tarihli makalesine ait. Söz konusu makalenin varlığına Laçiner’in 26 Mayıs 2015 tarihli Twitter mesajı sayesinde muttali oldum. Laçiner’in yazısındaki bazı hususlara ilişkin görüşlerimi siz okurlarımla paylaşayım:
(Söz konusu yazıdan yapılan alıntılar italiktir)
“İsrail, Arapların toprağı üzerinde, milyonlarca Filistinli silah zoruyla sürülerek kurulmuş bir devlettir.”
UNRWA (United Nations Relief and Work Agency for Palestine Refugees) kaynaklarına göre 1950 itibariyle mülteci sayısı 711 bindir. Yani “milyonlarca Filistinli” söz konusu değildir.
Dahası, UNRWA’nın bu kayıtlarının ‘Mülteci’ (Suriye ve Lübnan’a sığınan) ve ‘Internally Displaced Persons’ (Orijinal Filistin Mandası dahilindeki Gazze ve Batı Şeria’ya sığınan) statüsünde olması gereken ve bu mandadan keyfi bir şekilde ayrıştırılan Trans-Ürdün Emirliği’ne (Bilahare Haşimî Ürdün Krallığı) sığınan kişilerin tamamını kapsadığıdır.
İlave önemli bir husus 1948-1967 yılları arasında Batı Şeria’nın Ürdün işgalinde, yani egemenliğinde olduğu dönemde orada mukim ‘Filistinlilerin’ herhangi bir toprak taleplerinin vuku bulmamış olmasıdır.
İngiltere kontrolündeki Filistin Mandası topraklarından olan Arap göçü, 29 Kasım 1947 tarihli BM Taksim Kararı’nın akabinde taksime karşı olan yerli ve dış ülke Araplarının Yahudi toplumuna karşı tacizleri yüzünden çıkan gerginliklerin sivil ahalinin günlük yaşamını olumsuz etkilemesiyle başlayan bir süreçtir. Bu süreç 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesini müteakip komşu Arap ülkeleri tarafından istila edilmesiyle hızlanmıştır. Bu mültecilerin kimi kendi kaçmış, kimi Arap ülkeleri liderlerinin telkiniyle istilacı ordulara ayak bağı olmamaları için muvakkaten gitmeye ikna edilmiş, kimi ise askeri yöntemlerle bulundukları yerleri terke zorlanmışlardır. Sayın Laçiner’in yazısında değinmediği temel husus ise savaşı açan tarafın hem yerli hem de komşu Arap devletleri olduğu ve İsrail’in bir ‘İstiklal Savaşı’ vermek zorunda bırakıldığı gerçeğidir.
“Türkiye’nin tanıması İsrail’in meşruiyet sorununu aşmasında çok büyük bir katkı sağlamıştır.”
Sayın Laçiner’in bu tespiti doğru olmakla beraber gerçeğin bütününü yansıtmıyor. Zira dünya üzerindeki bütün devletler meşruiyetlerini ‘birilerinin’ icazetinden değil bizatihi mevcudiyetlerinden alırlar. Diğer bir deyişle, bir devlet şayet varsa meşrudur. Beğenmezseniz ve buna gücünüz yetiyorsa gider yıkarsınız. Kaldı ki, İsrail Devleti, Batı dünyası ile eski Sovyet Bloku ülkelerinin desteğiyle alınan Birleşmiş Milletler Örgütü’nün 29 Kasım 1947 tarih ve 181 sayılı kararıyla meşruiyeti tescil edilmiş olan bir devletti. Tanımayanlarsa kıymet-i harbiyesi önemsiz ve çoğu Birinci Dünya Savaşından sonra tarih sahnesine çıkan devletlerdi.
“1956 yılında İsrail, İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’ın Süveyş Kanalına saldırdı.”
Doğru! Ancak, Sayın Laçiner’in İsrail’in Mısır’a niye saldırdığını da okurlarıyla paylaşması gerekmez miydi? İsrail’in saldırmasının sebebi, Mısır’ın Akabe Körfezinde bulunan İsrail’in Eilat Limanına olan seyrüsefere abluka uygulamasıydı. Bilindiği gibi, ablukalar ‘Casus Belli’ yani savaş nedenidirler. Dahası, Mısır 1888 Istanbul Anlaşması’ndaki serbest seyrüsefer şartı hilafına İsrail gemilerinin Süveyş Kanalını kullanmasını engelliyordu. Şimdi sormak lazım: İsrail Mısır’a saldırmakta haksız mıydı?
“Tıpkı CHP gibi Demokrat Parti’nin de İsrail politikasının ilkelerden ziyade çıkarlar üzerine oturduğunu gösterir.”
Sayın Laçiner’in bu tespiti doğru! Nitekim uluslararası ilişkiler dersinde öğrendiğimiz ilk şey bu ilişkilerin ‘çıkar temelli’ olduklarıydı. Türkiye Cumhuriyeti çıkarları neyi gerektirdiyse onu yaptı. Ülke çıkarı yerine karar kademesindeki şahısların ‘ilke’ veya sempatilerine öncelik verildiği zaman olanları bugün ibretle müşahede ediyoruz. Sözde ‘Value Oriented Pragmatism’, özde ‘Ideologically Motivated Macchiavellianism’ doktrininin Türkiye’yi getirdiği yer tam bir züğürt tesellisi olan ‘Splendid Isolation’ yani ‘Değerli Yalnızlık’ hali...
“1969’da El Aksa Camii Siyonistlerce yakılınca İslam dünyasında infial oluştu ve tepkiler 1. İslam Konferansı’na ve devamında kurulacak olan örgüte yol açtı.”
Laçiner, İslam Konferansı Teşkilatı’nın kuruluş sebebinin El Aksa yangını olduğunu söyleyen ender akademisyenlerimizden biri. Ancak, kullandığı ‘Siyonistler’ ifadesi oldukça muğlak. Konuya tam hâkim olmayan okurlarınının kullandığı bu kavramdan İsraillileri veya Yahudileri anlaması çok güçlü bir ihtimal. El Aksa Camii’ni İsraillilerin veya Yahudilerin yakmadığını konuyla ilgili bütün akademisyenler bilir ama ortalama gazete okurları bilmez. Sayın Laçiner’e, fırsatını bulduğunda, yangını çıkaran kişinin ruhi dengesi bozuk Avustralyalı Hıristiyan Michael Dennis Rohan olduğunu okurlarıyla paylaşmasını önereceğim.
“12 Eylül idaresi görünüşte İsrail’e karşı sert bir söylem kullanıyordu, ancak pek çok uzmana göre sert söylem samimi değildi ve tek amacı Batı’da yazılan senaryolara uygun olarak, Türkiye’yi İslam dünyasında İran’a karşı sözde lider konumuna getirmekti…”
İsrail’e ilişkin söz konusu sert tavrın temel amacı ‘70 Cent’e muhtaç’ ve dolayısıyla petrole muhtaç Türkiye’nin 250.000.000 Amerikan Doları hacmindeki Suudi Arabistan kredisini alabilmesiydi.
“İsrail, 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca ilişkilere büyük yatırım yaptı, ancak asıl sonucu 1990’ların sonunda alabildi. O tarihe kadar Türkiye, resmi olarak Arap tezlerini destekliyor görünse de İsrail ile ilişkiler devam ettirildi, özellikle ABD nezdinde Yahudi lobileriyle yoğun bir işbirliğine gidildi.”
Sayın Laçiner’in zikrettiği bu hususun da okurları tarafından iyi anlaşılamama ihtimali mevcut. Şöyle ki, yatırım İsrail tarafından değil Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapıldı. TC yatırımı İsrail’e değil Amerikan Yahudi Lobisi’ne yaptı! Pekiyi, bunu neden yaptı? Söyleyeyim: ABD Kongresi’ndeki Türkiye’ye hasım lobilerin ülkemize yönelik askeri malzeme satışını engelleme teşebbüslerini akim bırakmak ve Ermeni tasarılarını savuşturabilmek için yaptı! Amerikan Yahudi Lobisi’nin işbirliğini sağlamanın bedeli ise Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini bir düzene sokmasıydı. Hükümetimiz bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarı için yaptı. İsrail’in veya Yahudilerin kara gözleri için değil. Bu konuyu işleyen teze (Le Lobbysme juif en Turquie) Galatasaray Üniversitesi kütüphanesindeki tez bölümünden ulaşılabilir.
“İsrail, Türkiye ile iyi ilişkilerden her zaman karlı çıktı. Bu sayede Filistin meselesinin aslında Yahudi-Müslüman sorunu olmadığını, sadece Arapların bir kısmı ile İsrail arasında bölgesel bir çatışma olduğunu ispat etmeye çalıştı.”
Laçiner’in zikrettiği, İsraillilerin yaptığı bu tespite katılıyorum. Ortadoğu sorunu iki semavi din arasındaki bir sorun değildir. Nitekim Al-i İmran (50), Al-i İmran (93), Maide (44), Maide (48), Araf (145) surelerindeki mezkûr ayetler bu gerçeğe delalet etmekte. Söz konusu ayetlere rağmen konuyu siyasi düzlemden dini düzleme çekme gayreti tipik bir din istismarı eylemidir. Türkiye-İsrail ilişkileri bağlamında, George Gruen’ün bu konuyu işleyen doktora tezinde belirttiği gibi, söz konusu ilişkiler ‘asimetrik’ mahiyette. Türkiye işine geldiği zaman ilişkileri düzeltiyor. Bunları bozmakta fayda mülahaza ettiği zaman da rafa kaldırabiliyor. Birkaç sene önce Sayın Laçiner’in ve bendenizin de katıldığı Türkiye-israil ilişkilerini konu alan TÜSİAD’daki bir toplantıda ilginç şeyler konuşulmuştu. Merak edenler http://arsiv.salom.com.tr/news/print/17350-Israil-perspektifinden-Turkiyenin-Israil-ve-Ortadogu-politikalari.aspx bağlantısındaki yazıyı okuyabilirler.
“Mavi Marmara’da ilk defa bir devletin askerleri Türk vatandaşlarını uluslararası sularda katletmiş oldu. İsrail, Türkiye’ye meydan okuyordu.”
Mavi Marmara olayı başlangıcından beri AKP hükümetinin Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinin düzeyini düşürme operasyonuydu. Yani, meydan okuyan taraf abluka kırıcılığına teşebbüs eden bir ‘sivil toplum örgütü’ne lojistik ve siyasi destek sağlayan Türkiye idi. Konuya ilgi duyanlar, Mavi Marmara olayının meydana gelmesinden 33 gün evvel yazılmış olan Paradigma Kayması başlıklı makaleye
https://www.salom.com.tr/haber-72796-paradigma_kaymasi.html
bağlantısından, keza Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Mavi Marmara kararı başlıklı yazıya da
https://www.salom.com.tr/haber-93074-uluslararasi_ceza_mahkemesinin_mavi_marmara_karari.html
bağlantısından ulaşabilirler.
“...Eğer Türkiye İsrail’in yaptıklarını Musevi bir topluma onlarca yıl boyunca yapsaydı, acaba İsrail’in Türkiye ile ekonomik ilişkileri kaç dolar olurdu?”
Sayın Laçiner’in bu sorusu oldukça sorunlu. Zira İsrail-Arap ihtilafının din temelli olmayıp siyasî mahiyette bir mesele olması cihetiyle, bu retorik sorusunun ima ettiği talebin, Arap-İsrail çatışmasının faturasının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Musevilere çıkarılması gerektiği şeklinde anlaşılması tehlikesi var.