Mahyayla ilk tanışmam, İstanbul’da oturduğumuz ilk semt olan Selimiye’de olmuştur. Şerif Kuyusu Sokağı’ndaki evimiz, tarihi yarımadanın olduğu gibi göründüğü Harem, Setüstü’ne çok yakındı. Harem Otogarı’na da kuşbakışı bakan bu küçük parktan sadece mahyaları seyretmiyor, Bayazıt Kulesi’nin tepesinde yanan ışığın renginden de, havanın yarın nasıl olacağını öğreniyorduk.
Resimli mahyaların ortaya çıkmasından sonra İstanbul, iki minareli camilerin birer çerçeve gibi kullanıldığı koca bir resim salonuna dönüşmeye başlar. Bu durum, hiç şüphesiz ki, Ramazan ayının kültürel boyutuna apayrı bir zenginlik katmıştır. Batı’nın Noel ışıkları gibi, İstanbul’un da mahya ışıkları neşenin, güler yüzün, yaşama sevincinin kaynağıydılar. Bu yüzden mahyalar, çocukların gözünde ışıklı Noel kutlamalarından farksızdı. Ateşle iki minare arasına yapılan resimler, tüm kenti ışık gösterilerinin yaşandığı bir festival havasına büründürüyor, koca kent adeta bir lunaparka dönüşüyordu. Mahya kültürü bu yazımıza kadar İstanbul, Ramazan ve ışıklı gösteriler kapsamında ele alınmış ve de çocuk dünyası açısından hiç değerlendirilmemiştir. Oysa mahyaların bir de çocukların hayal gücüne kattığı ışık vardır!
Halide Edip Adıvar, ‘Mor Salkımlı Ev’de’ adlı eserinde çocukluk anılarına da yer verir. Adıvar, sütbabasının omuzlarında ilk teravih namazını kılmak için Süleymaniye Camii’ne giderken, gördüğü mahyaları anımsar. Adıvar’ın anımsadığı o gece, çocuk ve mahya tarihinde önemli bir belgedir: “Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiatüstü bir nur tecellisi idi. Ramazan’ı karşılayan bu yazılar, belki beni Belşazaar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı.”
Abdüllatif Efendi’nin Süleymaniye Camii’nin üç şerefeli minareleri arasına kurduğu resimli mahyayı görmek için, çocukların anne ve babalarına yakarışlarını hala duyar gibiyim! Gecenin karanlığında en üst şerefeler arasına dizili kandillerin makaralarla açılışını bekleyenler, yavaş yavaş ortaya çıkan at arabası resmini birbirlerine hayranlıkla gösterirler. Orta şerefeler arasında ise Haliç köprüsünün resmedilmesinin ardından, en alt şerefelerde kayık ve balık resimleri görülür. Abdüllatif Efendi’nin mahareti böylesine figür yoğunluğu taşıyan bir resim yapmış olması değildir! Mahyaya bakanlar, at arabasının köprü üstünde, kayıkların ve balıkların da köprü altında hareket ettiklerini görürler. Lumiere kardeşlerin 1895 yılındaki ilk ışıklı hareket, yani sinema gösterisinden önce İstanbul’da seyredilen bu hareketli mahya suaresinde, çocukların heyecanını varın siz düşünün!
Gece, İstanbul’da aydınlanmanın olmadığı yıllarda, mahya ışıklarının çocukların dünyasına kattığı neşe günümüze göre çok daha büyük ve farklıydı. İki minareli camilerde mahyalarda yapılan resimleri görmek isteyen İstanbullular, o camiden bu camiye gezerlerken, ellerinden tuttukları çocuklar kentte, yıllar sonra yazlık sinemaya gidiyor olmanın mutluluğuna dönüşecek ilk adımları atmaktaydılar.
İstanbul çocuklarının oyunları arasında ‘yer mahyası’ diye bilinen bir oyun da vardır. Mahyanın çocuk dünyasına yansıması olan bu oyun için çocuklar, sahilden midye kabukları toplamaktaydılar. İçine zeytinyağı dökerek birer oyuncak kandile dönüşen midye kabuklarıyla yere mahyalardaki yazıları yazmak ya da resimleri yapmak, İstanbul’un unutulan çocuk oyunlarından biridir.
1900’lü yılların başında, sekiz yaşındaki Ali, evinin arka bahçesinde mahyacılık oynamaya başlar. İki ağaç arasına gerdiği ipe, mahyalarda gördüğü yazıları atkestanesi ya da mısır tanelerini birbirine bağlayarak yazmak, zaman içerisinde küçük Ali’nin kendi kendine keşfettiği bir oyuna dönüşür. Ali’nin gerçeğini aratmayacak güzellikte mahyalar kurduğunu gören ailesi, Fatih Camii’nin mahyacısını eve davet eder. Mahyacı Şerif Bey, bu yetenekli çocuğun oyun olsun diye kurduğu mahyaları görünce şaşkınlıktan küçük dilini yutar!
Şerif Bey, on iki yaşında yanına çırak olarak giren Ali’ye, daha ilk Ramazan’da pek çok gece mahyayı kurma işini verir. Ali, ustasının bu güvenini boşa çıkarmaz ve on dört yaşına geldiğinde imtihana girerek Sultanahmet Camii’nin mahyacısı olma unvanını kazanır ve de bu tarihi caminin minareleri arasında uzun yıllar sanatını sergiler. Ne gariptir ki, İstanbul’da, çocukların neşe içinde seyrettiği mahyaların tarihinde bir de çocuk mahyacı, Ali Ceylan vardır!
Resimli mahya geleneğinde, Ramazan’ın son gecesi vapur resmi yapılırdı…
Giden Ramazan’ı uğurlayan bu son resim, hüzün katardı İstanbul’a…
Gel de, Orhan Veli’nin şu dizesini anımsama: “Bakakalırım giden geminin ardından”…
Jules Verne’nin, çocukken bir gemiyle yaşadığı kentten kaçtığı bilinir… Peki ya, mahyalardaki vapur resmine bakarak, hayallerinde firar eden İstanbullu çocuklar…