Yaz geç geldi. Rüzgâr, yağmur, serin hava haziran ayında peşimizi bırakmadı. Mevsimi neredeyse yarıladığımız şu günlerde nihayet havalar biraz ısındı. Gerçi sert esen rüzgâr hâlâ zaman zaman sıkıntı yaratıyor.
Oysa siyasi anlamda son derece hararetli bir dönemden geçiyoruz. Ülkede yaşanan süreç bir yana bölgede olup bitenler, kartların yeniden dağıtıldığını, yeni bir döneme doğru koşar adım ilerlediğimizi gösteriyor. Ancak Türkiye’nin taşların yerinden oynadığı bu zamanı nasıl yöneteceğini kestirmek kolay değil. Hele üzerinde uzlaşı sağlanmış ulusal bir dış politika yokken… Hele dış ilişkilerde neredeyse herkesle kavgalı iken.
Son dönemlerde Ankara’nın ürettiği ilişkiler – muhakkak ki istemeden – düşman yaratmaya yönelik oldu. Ülkenin çıkarlarından ziyade, politika üretenlerin duyguları ile hareket etmesi, böylesi bir duruma mahkûmiyeti getirdi. Ortadoğu gibi tarih boyunca sürprizler yaşanan bölgede, kiminle ittifak halinde olunacağı önemli. Bu anlamda, tarihi doğru okumak yeterli değil maalesef. Ulusal çıkarların tarifi ve bunun üzerinde bir mutabakat sağlanması esas. Dış politikada atılan adımların tartışılmadığı, sorgulanmadığı bir ortamda sağlıklı hedefler yaratmak olası değil.
Türkiye’nin en eski sınırı İran ile. Tarih boyunca sınırın sağı ile solu arasındaki çekişme bitmemiş. Taraflar birbirlerine hiçbir zaman üstünlük sağlayamamışlar. Bu da birbirlerini saygı ile ancak her zaman belli bir ihtiyat içinde kabul etmelerine neden olmuş. Bu anlamda 1979 İslam Devrimi bir dönüm noktasıdır şüphesiz! Devrimin getirdiği dalgaların İran’ı batıdan koparması, uluslararası arenada resmen izole etmesi mutlaka ki Türkiye için bir şans yarattı. Dünyanın saygı gösterdiği, İslam âlemi tarafından örnek kabul edilen, ekonomik alanda ivme kazanan, ticari anlamda Avrupa’nın sıkıntılı yıllarında parlayan bir ülke profili çizmeye başladı. Yabancı firmaların büyüme beklentilerini oluştururken dayanak aldıkları vazgeçilmez pazarlardan biri oldu.
Türkiye’nin, bölgesel bir güç olmak hedefini gerçekleştirmek için batıyı karşısına alacak söylemler geliştirmeyi, Çin gibi, Rusya gibi kendine özgü siyasetler benimseyen otokratik rejimlerle birliktelik sağlamayı, ‘bazı’ terör gruplarını desteklemeyi yeğleyen İran’a karşı bu avantajı pek de doğru kullanamadığını söylemek yanlış olmasa gerek. İran, geçtiğimiz hafta imzalanan anlaşmaya ne kadar samimiyetle uyacak, bunu zaman gösterecek. Ambargo altında olmayan bir İran, dış politikalarını meşru bir çizgiye çekecek mi? Bölgesel güç olma arzusunu Şii kartı üzerinden mi oynamaya devam edecek?
Her durumda, Türkiye açısından, durum çok daha kırılgan olacaktır gibi. Nükleere yakın, petrol ve doğalgaz sahibi, eli Ortadoğu’nun her köşesine ulaşan İran, dengeleri kendi lehine bozabilir mi? 30 küsur senedir sıkıntı içinde yaşamaya mahkûm edilmiş, bilenmiş İran halkı ile yönetimi bu yeni dönemdeki virajları bir uzlaşı içinde alabilecekler mi?
Konu ile ilgili geliştirilebilecek birçok soru var elbette. Siz bakın ki, İran ile yaşanan bu gelişmeler, Türkiye ile İsrail’i aynı kampa savurdu. Bu süreç içinde, İran’ın İsrail hakkındaki düşüncelerinin değişmediği aşikâr. Neredeyse 70 yaşına basacak ülkenin meşruiyeti hâlâ İran siyasetinde nefret odağı olmaya devam ediyor. Tahran’ın bölgedeki taşeronları vasıtası ile neler yapabileceği her zamanki gibi belirsiz. Nükleer konusu İsrail tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanıyor. Doğrusu bu noktada devletler topluluğu İsrail’in kaygılarını hiçe sayar bir tutum sergiliyor.
Nükleer İran Ankara’yı ne kadar endişelendiriyor? Konu ile ilgili verilen beyanlar muğlâk, eşyanın tabiatına aykırı gevşeklikte. Suriye konusundaki Türk yaklaşımına ilk zamandan beri tepkili olan İran’ın bu tavrı, Türk – İsrail ilişkilerinde yeni bir dönem açılmasına vesile olur mu? Türkiye ile İsrail, İran üzerinden bir yakınlaşma içine girseler dahi, bunun geleceği taraflar arasında mutlaka çok sorgulanacaktır. Dış siyasetin sokaklarda, rasyonellikten uzak duygu yüklü söylemlerle şekillendiği ülkemizde, Davos’tan bu yana süregelen ve adına zorlarcasına ‘eleştiri’ denen İsrail karşıtı retorik, Ankara’nın manevra kabiliyetini daraltıyor. Gerçi bu anlamda top çok rahat kurulacak bir koalisyon hükümetine ‘atılabilir’. Böylesi bir hükümetin oluşturacağı yeni dış ilişkiler, Türkiye’yi belki de yeniden, ulusal çıkarlarına hizmet edecek bir çizgiye çekmeye önayak olur. Daha gerçekçi bir dış politika üreterek bölgede sağlanacak kalıcı çözümlere varılmasında daha yapıcı bir rol oynar.
Bu soruların hepsine değişik modellerle yanıtlar geliştirmek olası. Ancak bunların üzerinde beyin fırtınası yapmak problemlerin tamamen çözülmesi anlamına gelmiyor. Türkiye’nin çözüm sürecini nasıl yöneteceği Ankara’nın bölgedeki konumunu belirleyecek önemli bir etken. Keza, Filistin sorununun bir uzlaşıya varması Ortadoğu dengelerini onaracak bir adım olacaktır. Ancak bu çözüm öncelikle El Fetih ile Hamas arasındaki derin düşmanlığın bitirilmesine bağlı. Filistinlilerin kendi aralarında uzlaşmaya varamadan İsrail ile yapacakları hiçbir müzakere arzu edilen refahın bölgeye kalıcı olarak yerleşmesine olanak vermeyecektir.
Şimdi hesap etmek gerek: Türkiye bunun neresinde? İsrail bunun neresinde? İran bunun neresinde?