Yaşımız ilerledikçe, yaşamımızdaki tüm değerler de bizlerle birlikte yaşlanır. Yedi yaşında çocuksu içgüdülerle kurduğumuz bir arkadaşlık, bir bakarız ki 60 yıllık bir dostluğa dönüşmüştür.
60 yılı öyle kolayca anlatamazsınız. Zihninizin her kıvrımında bölük pörçük saklı olanları anımsamak, gizlendikleri yerlerden çıkarmak gerekir. Boş bir film şeridine kareleri teker teker oturtmaya çalışırız. 20’li yaşlarda yaşananlar ile 30’larımızda yaşananlar ne kadar da farklı... 40’lar 50’ler derken paha biçilmez bir film oluşturabilecek enstantaneler gitgide hızlanan bir süratle geçip gitmeye başlarlar belleğinizden. Yıllarca yan yana, üstü üste durmaktan her birine bir diğeri yapışmıştır, diğerine de bir diğeri. Birini ayırayım derken diğerini kaçırırsınız. Tutamaz, sıraya sokamaz, durduramazsınız! Başaramayacağınızı görür, bırakırsınız… Birbirleri ardına saklana saklana akışa geçerler. Belleğinizin kıvrımlarından, yüreğinize. İçinize dolarlar... Bazen de taşıyamaz, sığdıramazsınız, taşarlar... Binlercesinin bir tek gözyaşı damlasına sığışıp yanaklarınızdan akıp gittiklerini görür, fakat belleğinizden silinmediklerini, yerlerinde durduklarını son nefesinize kadar da orada duracaklarını fark edersiniz.
Geçenlerde bir dostum çok sevdiği eşi için bir özdeyiş kopyalamıştı sanal âlemdeki sayfasına.
Ne seni unutacak kadar zaman geçecek, / Ne de geçen zaman seni unutmaya yetecek…
Kuşburnu ile Elma Ağacı’nın hikâyesini bilir misiniz?
Güneşin hiç batmadığı bir ülkede, uçsuz bucaksız ovaların sarmaladığı bulutlu bir köyde yaşarmış Elma Ağacı. Yemyeşil dallarının arasından göz kırparmış elmaları. Boyu pek uzun değilmiş bizimkinin, dalları da yarışamazmış arkadaşlarıyla. Yine de mutluymuş Elma Ağacı, kökleri sımsıkı sarılırmış toprağa.
Sessiz bir Kuşburnu yaşarmış, bizimkinin tam yanında. İncecik gövdesi ile boynu bükük görünürmüş hep dostuna. Dikenleri yüzünden yaklaştırmazmış yanına kimsecikleri. Bizim Elma Ağacı bu sessiz dostunu çok severmiş, eğilirmiş üstüne görsünler diye kırmızı beneklerini. Dallarıyla onu işaret edermiş insanlara, kızarmış gövdesini büken rüzgâra.
İki dost kökleriyle sarılmışlar birbirlerine, konuşmuşlar uzun yıllar boyunca. Kuşburnu hep onun gibi büyük bir gövdeye sahip olmak istermiş, kaçmak istermiş bu çalı hayatından. Yeşil elmalarına gizli bir kıskançlıkla bakarmış, hiç de memnun değilmiş yaşamından.
Bir sene hiç yağmur yağmamış, güçsüz düşmüş bizim kafadarlar. En çok da Kuşburnu hastalanmış, boğazı kurumuş susuzluktan. Elma Ağacı uzatmış köklerini, ulaşmış toprağın derinlerine. Kuşburnu hiç konuşmaz olmuş, ölmek üzereymiş garibim. Ama bizimkisi pes etmemiş, kurtarabilirmiş belki küçüğü. Dikkatle bakmış toprağa, altındaki karanlık odalara. Bir gözü hep dostunun üzerindeymiş, dallarıyla saçlarını okşarmış. Umudunu yitirmemiş, karıştırmış toprağı. Doğa ananın sıcak gözyaşlarıyla ıslanmış kökleri, içmiş kana kana. Avucunu açmış, doldurmuş toprak ellerini. Uzatmış bizim Kuşburnu’na, yüreğindeki korkuyla. “Ölme,” demiş dostuna. “Bırakma beni!”
Kuşburnu uzatmış köklerini, halsizce tutmuş bizimkinin ellerini. İçtikçe yaşamla dolmuş dikenleri, yeniden doğrulmuş gövdesi. Elma Ağacı sevincinden boy atmış, ezmiş gölgesi her şeyi.
Lakin Kuşburnu hiç de memnun değilmiş bu durumdan, kuru bir çalı olarak ölmeyi yeğlermiş. Kıskançlığından ölmek üzereymiş. Kurtulmak istermiş elmanın gölgesinden. Teşekkür bile etmemiş. Geri çekmiş köklerini, umursamazca eklemiş: “Beni yalnız bırak! Sevmiyorum seni.”
Elma anlamış, öteden beri bilirmiş bu durumu. “Sana bir tane elma vereyim, bana benze,” demiş. Kuşburnu doğrulmuş. Hep onun kadar büyük meyveleri olsun istermiş, açmış kucağını. Bizimkisi bir tane elma düşürmüş, tutmak istemiş ufaklık. Elma ağır gelmiş ince kollarına çat diye kırılıvermiş gövdesi. Acıyla bağırmış zavallıcık, nefret etmiş dostundan. “Defol git!” demiş, göstermiş dikenlerini.
Elma tüm bu olanlara çok üzülmüş sadece onu mutlu görmek istermiş. Defalarca özür dilemiş, kökleriyle teselli etmek istemiş. Geri çekilmiş Kuşburnu, yüzüne bile bakmamış. Öteden beri kendini sevmezmiş, kırık gövdesi ile artık kimseciklerin yüzüne bakamaz olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, dökmüş dikenlerini. Unutmuş meyve vermeyi, hissetmiyormuş artık köklerini. Bir gece son nefesini vermiş, öylece kalmış kırık gövdesi.
Elma haykırmış, kaldırmış toprağı, dallarıyla kesmiş rüzgârın önünü. Öfkesi enginmiş, doğa korkuyla geri çekilmiş. “Benim suçum!” diye bağırmış gökyüzüne. “Onu ben öldürdüm!”
Yalnızlık korkunçmuş, dostunun hatırası gitmemiş olmayan gözlerinden. Dayanamamış acıya, ekşimiş elmaları, delinmiş yaprakları, yılanlar yuva yapmış oyuklarına. Artık çok yaşlanmış, gücü de kalmamış ağlamaya. Hep onun gibi olmak istermiş Kuşburnu, yıllarca onu düşünüp durmuş. Bir gün aklına bir fikir gelmiş.
Bir sonbahar, atılmış ileri, sıkmış dişini. Kararını vermiş, bir yol olabilirmiş. O sene bizim koca Elma Ağacı tek bir meyve vermiş. Kendi özünü katmış elmasına, tüm benliğini. Dev gibi yeşil elma çok albenili gözüküyormuş doğrusu; kokusu da cabası. Korkmuş insanlar onu benden alır diye, acele etmeliymiş. Bu son umuduymuş, kalbindeymiş dostunun anısı. Kendini sallamış, gövdesi gıcırdamış. Dökülmüş taze yaprakları, acıya aldırmamış. Devam etmiş sallanmaya, her tarafı ağrıyormuş ama umudu tammış. Sonunda düşürmüş elmasını tam Kuşburnu’nun kalbine.
Meyve çürümüş dostunun mezarında. Kendi özünün toprakla kaplanmasını izlemiş huşu içinde. Aradan aylar geçmiş, bir sabah mucizeyi görmüş uykulu gözleriyle. Dostu tohumun kaybolduğu yerde mahcup mahcup ona bakıyormuş. Bir tane yaprağı varmış, tıpkı kendisine benzeyen.
Usulca uzanmış bizimkisi sevinç içinde. Dokunmuş tüy gibi ince köklerine, sormuş “Beni hatırladın mı?” diye.
Kuşburnu olmuş bir Elma Ağacı, uzun uzun sarılmış dostuna. Gözyaşları toprağı yeşertmiş etraflarında. Doğa bile nazarla bakarmış bizim iki kafadarın şimdiki hallerine. Sevgililer isimlerini kazımış BİR OLMUŞ gövdelerine.