Gülizar’ın yıllar yılı bir köşede unuttuğu mektubu, elini titreyerek buluşu, onu çocukluğuna geri götürdü. Saçları uzundu, iki yana örülmüş sanki hayatı kendi içinde örgüleriyle bölmüştü. Abileri arasında ortanca kardeşti. Okula gitmesi övünülecek değil, utanılacağı hale geldiğinde evde ders çalışmak da işkenceye dönmüştü.
Hayatın okuma yazması var mıdır? İçinde yaşayanların onu okuyamadığı bir coğrafyada sorular çoğu zaman kifayetsiz kalıyor. Ama ne kazanlar kaynıyordur, kim bilir!
Hatırladığım bir hikâyenin okuma-yazması yoktu. Mektuplarını yazan ise 9 yaşında bir kız çocuğuydu. Yazdığı aşkın benzerinden hayatı boyunca kaçtı… Kadınların sırtladığı bu hikâyede, kazan kaldıranlar yine kadınlardı. Zaten Firdevs öldükten sonra kazan erkeklerin eline geçince hayat uzun cümlelerini kaynata kaynata buharlaştırdı. Akitlerini sakladı…
Gülizar’ın yıllar yılı bir köşede unuttuğu mektubu, elini titreyerek buluşu, onu çocukluğuna geri götürdü. Saçları uzundu, iki yana örülmüş sanki hayatı kendi içinde örgüleriyle bölmüştü. Abileri arasında ortanca kardeşti. Okula gitmesi övünülecek değil, utanılacağı hale geldiğinde evde ders çalışmak da işkenceye dönmüştü. Tam da bu zamanlarda akrabası Fatma’ların evi imdadına yetişip, ders sığınağı haline geldi. Eteğinin altına sakladığı defteriyle üstelik onlara ev işinde yardım etme bahanesiyle kaçardı. Derslerini tamamlar tamamlamaz bu kez sanki aralarında gizli bir anlaşma yapılmış gibi sıra Fatma’nın yavuklusuna mektup yazmaya gelirdi. Fatma da, Hasan da okuma yazma bilmezdi. Fatma mektuplarını Gülizar’a yazdırır, Hasan ise okula giden küçük kardeşine okuturdu.
Geçmişten hortlayan mektupla yıllar öncesine dönmüş gibi hisseden Gülizar’ın içini titreten cümleler yürekten dökülmüştü... Okudukça beti benzi attı. Hatırladı. Korkuyu gözlerine ilmik ilmik işlemişti. “Ya bunları ben yaşasaydım” diye titreyen haliyle okuma yazmasını suç ortağı ilan etmişti. Öyle ucundan tutuyordu mektubu. Geçmişi hatırlattığı için suçladığı harflere, cümlelere öfkeyle bakıyordu.
Mektup, “Senden öteye yazıyorum, sen alınma” diye başlayınca içindeki sıkıntı, nefesinin üzerine iyice çöreklendi.
“Vermediler beni Hasanım sana varamadım. Askere gittin, acısı içime çöktü. Yanmadık yerim, lime lime olmamış etim kalmadı. Hem çok ağladım, hem de bu kadar ağlanır mı diye kendime yine ağladım. Ayaklarım çıplak korlardan geçti. Yanmadık yerim kalmadı. Yandım! Ne ciğerim kaldı, ne tenim. Hepsi kavruldu. Kor oldu. Korlar alevlendi, vücudum büsbütün kavruldu...”
Devrik cümleleri köprü yapan aşkın dili suyun öbür tarafına geçmeye yetmeyince Fatma, kara sevdaya tutulmuş, gencecik yüzü solmuş, körpe bedeni bir yaprak gibi yatağa süzülmüştü. Patlak veren savaş, Hasan’ın askerliğini lal etmişti. Uzun bir müddet ses seda çıkmadan öylece beklediklerini hatırladı, Gülizar.
Böyle geçmişti aylar...
O günlerde; Türkiye’nin ne olayı bitiyormuş ne ayaklanması. Daha ne darbeler, nice operasyonlar görecek üstelik!
Cümleleriyle yaptığı kayığın, kelimeleriyle yonttuğu küreklerini yitiren Fatma, sevdasını çeke çeke üzüntüsünden verem olmuştu. Lokmanlar ‘karasevda’ya tutulduğunu söylemişler. Çaresizmiş hastalığı.
Ailesi, Fatma’nın hayatından endişe etmeye başlayınca apar topar Hasan’a bir mektup ulaştırarak, söz takılmasına karar kılındı. Köyün yazıyla verdiği ilk akitti belki de… Askerliğini tamamladığında, düğünleri yapılacaktı.
Ama korku Fatma’nın yüreğini hiç bırakmadı. Hasan’la sözlü de olsa, dili “Hasan gelecek beni alacak, evleneceğiz” der ama yüreği başka atardı.
Daha fazla dayanamadı. Günden güne süzüldüğü yatağında iyice eridi. Hasan askerliği bitiremeden, Fatma kendi hayatından tezkeresini aldı. Son sözleri yine Hasan’mış elbet. Onun yazdırdığı mektupları okuyamasa da avuçlarının arasında koklayarak gözlerini kapatmış. Eli yatağın yanına düştüğünde evde kopan acı bir feryat, Gülizar’ın içine yıllarca çıkmayacak bir korkuyu koymuştu. “Çok seversen ölürsün” demişlerdi. Onca mektup aksini iddia etse de yazanlara değil, söylenenlere itibar edilirdi. Gülizar da öyle yaptı. Sözün erdem, söyleyenin ise itibarlı sayıldığı günlerdi. Haşa yazmak kadere mahsustu! Hal böyle olunca devreye kazanlar girmiş ama Hasan yetişememişti...
Belinde onu zayıf göstersin diye çabalayarak bağladığı kuşağıyla, iri memeli Firdevs’e haber verildi. O günlerde köyde düğüne de, cenazeye de büyük kazanlar kaynatılırmış. Düğünlere yemek yapan o kazanlar, ölenin de suyunu kaynatırmış. Köyün Firdevs Ablası düğünlere büyük kazanları taşır, yemekleri yaparmış. Cenazelere ise ayak sürüyerek isteksiz gidermiş. Ama onun da okuma yazması yoktu. Hayatı, kazanlarında kaynattığı fokurtudan yorumlardı. Suyu geç kaynayanın öteki hayatı sözde cehennemden uzak olurmuş. Hayatın tek dili, işaretlerin hayra yahut şerre yorulmasıydı. Ve Firdevs bu dilin en yetkin uzmanı görülürdü.
Firdevs; Fatma’nın 20 yaşında ölüme giden bedenini yıkamak için kazanlarını kaynattı. Suları taşırırken dua etti. “Cehennem ateşleri Fatma için sönsün” dedi. İlave ettiği soğuk suyla onu yıkamaya hazırlandı.
Malum olmuş. “Firdevs kazanları aldı, rüyamda gördüm bize geliyor, düğünüm yapılacak” Fatma’nın son sözleri olurken, içindeki canlı bomba diye taşıdığı ‘kara sevdası’ bütün köyde parça tesirli etkiyle patlamıştı! Resmen değil ama ruhen sevmenin hatta daha da kötüsü, çok sevmenin hor görüldüğü günler peşinden geldi böylece... Gülizar mektubu okurken hatırlamıştı hepsini. Canlı bombaydı sevenin hali. Çok bilenler, ileri gelenler bile başka türlüsü yok demişti.
Firdevs’in kazanları bir daha hiç sönmedi. Lakin Firdevs ölünce sahipsiz kalan kazanlar tek başına hükümdar olmuştu. Ateşin kahkahası “sevmiyorsunuz işte birbirinizi” diyerek büyümüş, her yanı sarmıştı. İçine köyleri insanları attı. Atıyor.
2015 Türkiye’si, Fridevs’in kazanlarını koca bir ülkeye dönüştürdü…
Not: Hikâye ve karakterler tamamen gerçektir. Edirne, Uzunköprü’de doğan anneannemin, İstanbul’a getirdiği ve atmaya kıyamadığı hırkasının cebinden Fatma için çocukken yazdığı mektup yıllar sonra çıktı. Anneannem sayesinde yazacak hikâyelerimi görünmeyen ceplerime doldurduğumda ben de çocuktum.