Dünya üzerinde insanlar arası çekişmeleri izlerken diğer bir yandan da ABD’nin CIA, FBI gibi kurumlarının yanı sıra ABD Devletine bağlı kalmayı başarmış nadide kurumlardan NASA’nın uzay araştırmalarını izliyorum.
Seneler süren, nesilden nesle aktarılan bilgiler ışığında sürdürülen çalışmaların bazı sonuçları limitli olarak da olsa bizlere aktarılıyor. Limitli diyorum çünkü her şeyden önce gerçekte ne arandığını veya bu araştırmalar sırasında ne bulunduğunu NASA’da çalışan birkaç kişiden başka kimse bilmiyor. Esasında, gerçekte bütün bu olup bitenlerin olduğuna dair hiç kimsenin elinde somut bir delil de yok. Yine de okuyoruz, takip ediyoruz, şaşırıyoruz, inanıyoruz.
Mars’ın keşfi, Keppler uzay teleskobunun dünya benzeri bir gezegeni 1400 ışık yılı uzakta keşfetmesi, cüce gezegen Plüton’un görüntüleri ve son zamanlarda gerçekleşen tüm bu gelişmelerin gözler önüne serilmesi düşündürüyor.
Her şeyden önce besbelli ABD uzay keşfi için trilyon dolar seviyesinde parayı gözden çıkarmış. Ve atlanmaması gereken bir konu daha var. ABD’de her şey özel teşebbüsün elinde bırakılırken uzayın keşfi ‘Ulusal’ olarak bırakılmış.
Uzayın keşfi sırasında edinilen teknolojiler ise halen bir sır. Nasıl oluyor da milyonlarca kilometre ötedeki bir araç hareket ettirilebiliyor? Nasıl oluyor da araçların hareketi için gereken enerji için güneş panelleri yeterli oluyor? Bu teknolojinin 2015’te değil de 2003’te de var olduğunu dikkate alırsak aklımıza başka bir soru daha geliyor:
Teknoloji gerçekte hangi düzeyde? Ve bizler bize sunulan teknoloji ile yetinirken, aslında şu anda insanlar icat olunmuş teknolojinin kaç adım gerisinde yaşıyorlar? Teknolojiler hızla ilerlerken, algılaması ve kabullenme yeteneği gerçekte limitli olan insanoğlu bu teknolojilerden bugün veya ileride ne kadar yararlanacak?
Ve sorular devam ediyor: Son teknolojileri kullanmaktaki çekince gerçekten ticari midir? Yoksa insanoğlunun algılamaktaki ve bakış açısını değiştirme konularındaki zorluklardan mı kaynaklanır?
İlk çıktığında (1994) insanların cep telefonuna bakış açılarını hatırlıyorum da, böylesine yararlı ve bugünün olmazsa olmazı olan cep telefonuna nasıl da şüpheyle, korkuyla yaklaşmışlardı. Cep telefonu gibi son derece yararlı ve günümüzün ihtiyacı olarak kabul edilen cihazının kabulü yaklaşık altı sene sürmüştü.
Bu durum dahi insan bakış açısının ne kadar dar olduğunun basit bir göstergesi aslında. Açık görüşlü olmanın zekâ seviyesiyle de fazla bir alakası yok. Bu iki olguyu karşılaştırmak hatalı olur. Çok zeki olarak bilinen insanlar da bilinçaltlarına ve DNA’larına yerleşmiş korkular yüzünden son derece kapalı görüşlü ve yeniliklere uzak olabilirler.
Bir de acı bir gerçek var hatırlanması gereken. NASA’nın araştırmalarının bir başka boyutu daha var, o da ekonomik. ABD trilyon dolar mertebesindeki parayı uzay araştırmalarına harcayacağına dünyanın daha yaşanabilir bir gezegen olması için harcayabilirdi. En azından kendisi için, kendi ekonomisini düzlüğe çıkarmak için harcayabilirdi. Neden yapmadı? Neden tercih etmedi?
Sebep yukardaki ile aynı aslında: İnsan. İnsan faktörü burada da devreye giriyor. Geneli dar kafalı, ego sahibi insanlardan oluşan toplumlara ne kadar yardım edilirse edilsin, varlıklar ne kadar eşit dağıtılmaya çalışılırsa çalışılsın, açgözlülük, adaletsizlik, dağıtılan kaynakların görece olarak bile eşit dağılmasını engelleyecektir. Bunları yaşadık, tecrübe ettik birçok farklı zaman ve birçok farklı durumda.
Zaten yediği yemekten, giydiği elbiseye, yaşadığı mekândan, bindiği arabaya en ucuz ve kalitesizi kabullenmiş olanlara daha iyiyi, hatta eşitliği götürmeye çalışmak da beyhudedir. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanlar yaşadıkları, düştükleri durumlardan kendilerine ders ve hata payı çıkarmadıkları müddetçe ne katliamlar, ne savaşlar, ne geri kalmışlık ne de adaletsizlik sona erer.