Geçen hafta bir terör saldırısı sonucu genç yaşta yaşamını yitiren Yasef Yahya’yı anma törenine katılmak için Ulus’a gittim, hava sıcak mı sıcak, nem oranı hayli yüksek. Ne kimse ile öpüşmek ne de tokalaşmak istiyordum; herkes yapış yapış.
Mekâna zamanından önce geldim, “Şöyle bir tur atayım” dedim. Sağlı sollu bakındım. “A o da buradaymış!” “E, bravo yan yana nasıl yer bulmuşlar” vs. derken yaşayanlar kadar yatan tanıdıklarım olduğunu fark ettim. Aslında buna ‘büyümek’ deniyor galiba. Gerçi çoktan büyüdüm ama eskiden mezarlığa gittiğimde ürkerdim, şimdi doğal geliyor. Bu doğallık, ne yazık ki yakınlarımı kaybetmemin ardından yaptığım ziyaretlerle oluştu, dolayısıyla mekânın sorumluları olan ailenin her bir ferdiyle ahbap oldum. İçeriye adım attığımda aralarından biri her zaman biraz uzağımdan adımlarımı takip eder. Anneannemin taşına bakmağa gittim. Ulaşacağım iki yol olduğunu biliyorum, birini artık denemiyorum bile. Son gittiğimde başımı gözümü yaracaktım, aradan geçmek için nefes payı bile kalmamış, bizden bir nesil büyüklerin ‘ziyara’ yapma şansı çoktan kalmadı, hem yazık hem ayıp.
Sonuçta istediğim taşa ulaştım, bir müddet orada durdum, yerden bir taş alıp mezarın kenarına koydum, görevli hanım uzaktan bakıyor, “Burası adamakıllı temizlenecek” diye seslendim. “Tamam, ablam geliyorum oraya” dedi. “Biraz zor gelirsin buraya” diye içimden geçirdimse de, sustum. Bekle ana yola çıkayım, tarif ederim. Gerisi kısa metraj bir film için her türlü malzemeyi içeriyordu, bendeniz caddede, hatun karşı duvar dibinde tarif ediyorum: “Düz ilerle gel gel, sağa kıvrıl, az daha, dur, tamam orası…” “Merak etme abla pırıl pırıl olacak.”
***
Anma töreni bittiğinde Nişantaşı tarafına giden bir arabaya bindim. Dur -kalk trafiğiyle daha da uzayan yolda, varacağım yere gelmeden arabayı durdurdum, önüme gelen ilk dükkâna girdim. Havalandırmaları sonuna kadar açık. Serinlemek için ayakkabı reyonuna geçtim, oturdum. Yerde bir sürü sandalet, belli ki birileri denemiş, sonra da yerlerine konmamışlar. On dakika kadar öylece durup soluklandım. Tek bir satıcı bile yanıma yaklaşmadı, ne de olsa kalifiye elemanlara(!) sahibiz. Kendimi biraz toparlayınca kalktım, tam kapıdan çıkacaktım ki vitrinde kış koleksiyonunun yer aldığını gördüm, girerken fark etmemişim bile. Kalın kalın yün kazaklar, kürk yakalı paltolar, düşük yaka yünlü balıkçı yakalar… Birden kazakların tüylü dokusunu üstümde hissettim, enerjimin tümünü kaybetmeden, bir an evvel dükkândan çıktım.