Televizyonların yeni çıktığı dönemde yalan olmasın mahallede ya iki ya üç televizyon vardı. Evine televizyonu ilk koyan Eserikli Müzeyyen’in lakabı böylelikle televizyonlu Müzeyyen’e dönmüştü. Mahalledeki kavgacılığını saymazsak iyi kadın sayılırdı lakin damarına basmayacaksan televizyonu izleyebilirdin. Müzeyyen’e estiler mi, en alasından menopozu sağdan soldan gelir, ahbap akraba dinlemez kim varsa evden kovalardı. Kendisinden yaşça büyük kocası öldüğünde almıştı televizyonu. Mahalleli ‘kırkının çıkmasını zor bekledi’ diye dedikodusunu yapardı. Ancak Eserikli Müzeyyen’in evi televizyon seyretmeye gelenlerle öyle dolardı ki salonunda, bahçesinde oturacak yer bulunmazdı. Sonra kocası ölen üstelik kırkının çıkmasını da beklemeyen topalların dul Mübeccel de televizyon alınca mahalleli ikiye bölündü. Akşam oturmaları, öyle alışıldığı üzere ikramlarını ev sahibinden değil, misafirlerin getirdiği başka türlü adetleri mahalleye sokmuştu. Komşulardan biri çayı demlese diğeri bisküviyi getirir, öbürü kurabiye pişirmişse başkası da börekle gelirdi. Fakat bu kez de, hangi dulun evinde televizyonun sesi daha fazla açıksa orası dolmaya başlardı… O vakitler kocası ölmüş kadınlara bir uğraş gibi yakıştırılır olmuştu televizyon. Evli barklı kadının evde televizyonla ne işi olur diyenlerin sayısı hiç de az değildi. Müzeyyen tüm bu söylentilere inat televizyonun düğmesine basar basmaz, evin perdelerini camlarını sonuna kadar açar, mahallelinin kulaklarına davetiye çıkarırdı. Mübeccel de ondan geri kalmaz hatta ikramlarını camın önüne dizer, adeta hem kulağa hem damağa davetiye yollardı.
O günlerin en büyük sıkıntısı olan elektrik kesintileri ise Müzeyyen’in eviyle, Mübeccel’in evi karşı karşıya olmasına rağmen, her nasılsa ayrı mahalle bağlantısı sayıldığı için salonları aniden bir dolar bir boşalırdı. Kesilen elektrikler de bu rekabetten haberdar gibi ışıklar, Müzeyyen’de varsa, Mübeccel’de olmazdı yahut tam tersi… Amansız rekabete girmiş dullara en son başka semtlerden televizyon izlemeye gelenler de eklenince, mahallenin gökleri, Müzeyyen ve Mübeccel’in televizyon sesiyle gürlerdi. Tam bu vakitlerde beklenmeyen bir haber düşmüştü mahallenin ortasına. Üstelik millet sabahın köründe yataklarından Müzeyyen’in avaz avaz çıkan sesiyle uyandı. Meğer evine giren hırsız nasıl becermişse koca televizyonu sırtladığı gibi götürmüş. Sadece Müzeyyen değil tüm mahallenin hayatı değişmişti bu gelişmeyle. Akşam haberlerini alamayacak olanların şimdiden canı sıkılmış morali bozulmuştu. Aradan geçen birkaç günün ardından Müzeyyen çareyi, sahne alır gibi evin orta yerinde kanto yapmaya çalışmakta buldu. Mahalle eğlenceleri başka yerlere gitmeye başlamış, televizyonun yoldan çıkarttığı tescillenmişti sanki diye anlatırdı anneannem. Sonra elektriksiz geceler, tavanda asılı lüküs lambasının Müzeyyen’in uzun saçlarına vuran ışığıyla, anlattığı hikâyeli gecelere dönmüş. İşte o günlerin birinde Yaşar Kemal’le hiç tanışmadan yolu kesişmiş Müzeyyen’in. Köyünden aklına kazınan zilli kurtları anlatmış. Sonra dulluğu, zilli kurt olmaya benzetmiş. Televizyondan mı bilinmez ama kadınların kahkahalarının mahallede çınladığı günlermiş. Yer demir gök bakır hali üstümüze çökmeden önce işte…
Bu hikâyeyi dinlediğimde beş yaşına adım atmıştım. Doğum günüme hazırlandığım aynı gün karşı evdeki yaşlı teyze ölmüş, sokakta insan kalabalığından geçilmiyordu. Ben doğum günü partisi beklerken, televizyonda bir şeyler izleyip oyalanıyordum. Anneannem “karşı evde insanlar ağlıyor, sen oturmuş televizyon izliyorsun” dediğinde, doğum günümde ölen yaşlı teyzenin başka gün seçemeyişine kızıyordum. Çaresiz pencereden cenaze evini izlemeye koyulmuştum. Ne vardı sanki bugün ölecek diye söylenirken, gelenlerin yüzlerine dalmaya başladım. Ağlarken, birbirlerine sarıldıklarında paylaştıkları acının sessiz bir ritüeli içinde hareket ediyorlardı. Evde konuşulurken duymuştum ama ölen yaşlı Müzeyyen teyzenin, oğulları arasındaki anlaşmazlık dinmiş görünüyordu. Onlarda sessizce annelerinin tabutu başındaydı. Bir ara içlerinden biri konuşacak oldu. Haliyle ben yarı beline kadar pencereden sarkarken duydum; cenaze evinde fazla sözün erdemi olmaz” demişti, öteki. Kimdi diyen tam seçemedim. Ama yan binadaki genç kızın eve serdiği çeyiz de cenaze sebebiyle ilgi görmemişti. Benim gibi somurtan bir de o vardı.
Anneannem, “ölünün yedisi yapılır, kırkı çıkması beklenir ondan sonra doğum gününe bakarız” demişti. Haliyle etrafta ses, yüksek müzik ve göze sokulan eğlenceler yok demekti. Başkalarının acılarını da, sevinçlerini de paylaşma kodlarıydı hepsi.
Nostaljiyi demliyor değilim. Hatta bu durumda keşke olsa! Onu bile tercih ederdim. Ancak Türkiye’de 23 Ağustos 2015 tarihinin içime kazındığı günü yazıyorum. Ölen kardeşi için feryat eden yarbaya yapılan itibarsızlaştırmayı, acımasız, gaddar ve vasatın tahakkümünü iyi izleyin diyorum.
Bugün aramızda olmayan Yaşar Kemal ve Eserikli Müzeyyen’i aynı hikâyede buluşturan her şeyin ortasındayız, zilli bir haysiyet mücadelesinde. Artık tek değil üstelik kim bilir kaç zil takılı üzerimizde…
Yaşar Kemal’in sözleriyle Zilli Kurt;
“Doğu Anadolu’da koyun sürülerine, koyun damlarına kışın acıkan kurtlar girer, koyunlara saldırırlar, bir koyunu alıp götürmezler, bütün sürüyü ısırırlar, yaralarlar, parçalarlar, kaçarlar. Kurdun dişleriyle yaralanmış koyun iflah olmaz, ölürlermiş eninde sonunda. İşte böyle kurt girdiğinin sabahı köylüler atlanırlar, kurtların ardına düşerlermiş. Kurdu, kurtları yakalayınca fiske bile vurmazlar, sağlam bir zincirle, kopmaz kirişle kurtların boğazına birer zil takar onları bırakırlarmış. Kurtlar kurda kuşa, hiçbir canlıya, koyuna keçiye, eşeğe, danaya, hiçbir yaratığa yaklaşamazlar, açlarından ölürlermiş.”
Adları zilli kurtlara çıkmış. “Lakin kıssadan hisse: Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, bu kurt metodunu köylülerden öğrenmiş, her hoşuna gitmeyen insanın boynuna bir zil takıp bırakıyordu bozkıra. Gençliğimde boynumda hep zil oldu. Arkadaşlarımın da.”