Boş bir beyaz sayfa alıyorum önüme. Ama yazmaktan korkuyorum artık. Yazdıklarımın hiç bir işe yaramadığını bilmekten öte hissettiklerimi beyaz hamura işlerken yanlış anlaşılabileceğim endişesi, kalemimi titrek çiziktirmelere esir ediyor adeta.
Karşımda, Eylül’ün yarım ayının Marmara’nın ortasında havada asılı kalan sarımtırak gövdesini imrenerek izliyorum. Sanki denizin derinliğinden aniden su yüzüne çıkıp yer çekimine inat yükselmeye karar vermiş bir ışık tanrısı gibi kendinden emin halde ve giderek beyazlaşan gövdesiyle ait olduğu yerlere doğru gidiyor. Yükseldikçe, parlak ışığıyla karanlık suları ve kim bilir insanlığı aydınlatıyor.
Kimseye güvenemiyorum artık bu yaşımda. Lakin beyaz yıldız bir istisna kalbimde. Her ay bıkmadan, usanmadan istikrarla ve benzer zamanlardaki hareketiyle çürümekte olan insanoğluna güven ve doğruluk dersi veriyor adeta.
Adeta, “Kimseye güven duymayabilirsin ama ben hep aynıyım, bazen küçülüyorum, inceliyorum ama bazen de irileşip düzenli davranışlarda bulunuyorum. Sizi hiç yanıltmıyorum, aldatmıyorum. Bilinmezliğim, saklı gündemim yok benim, o yüzden güvenin bana zira bu hayatta en büyük ıskalanmışlığınız güvenli dokunuşlar olmuş” derken ben düşüncelere dalıyorum. Haklıydı yarım ay. Etrafımda bir yığın, her şeyin bedelini bilip de hiç bir şeyin değerini bilmeyen vasatların çirkin, güvensiz ve istikrarsız nefeslerini hissediyorum uzun zamandan beri. Yarım ay güven abidesi olarak gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliklerine doğru kayarken ben, insanoğlundaki oluşan hasarın tespitini yapmaya çalışıyorum.
Boş bir beyaz sayfa alıyorum önüme. Ama yazmaktan korkuyorum artık. Yazdıklarımın hiç bir işe yaramadığını bilmekten öte hissettiklerimi beyaz hamura işlerken yanlış anlaşılabileceğim endişesi, kalemimi titrek çiziktirmelere esir ediyor adeta. Gördüklerim, duyduklarım ve en önemlisi hissettiklerimi iletmekte büyük güçlük çekiyorum artık. Yarım ay güven duygusunu yaşatırken, geri kalan koca dünya beni kafesin içine tıkamaya başlıyor giderek artan bir hız ve sertlikle.
Yazmak içimden gelmiyor artık. İsyan duygularımı bastırıp ilahi bir müzikle tedavi olmaya çalışıyorum ama bir müddet sonra ilacın da tesiri geçiyor. Zira, derim yeteri kadar kalın değil. Hassas ve kırılgan yapım ‘neden ama neden’i sormaya itiyor mütemadiyen.
Ve sonra, ölümler çoğalıyor etrafımda, hayatımda ve ülkemde. Lise yıllarımda siyasi bir kesimin hışmından çekinerek gizlice aldığım bir gazetenin her sabah ilk okuduğum yazarının sessiz sedasız hayata veda ettiğini duyuyorum. Yüreğimi ince bir sızı kaplıyor. Üstelik iki kez nefessiz kalıyorum. Zira bu büyük yazarın ölüm haberi, bilmem hangi ünlünün bilmem neredeki tatil fotoğraflarından daha küçük veriliyor. Bu ülkenin zar zor yetiştirdiği bir edebiyat değerinin sıfırlandığını hüzün içinde seyrediyorum, güçsüz ve silahsız ruhumla. “Bu değer başka bir ülkede yaşasaydı, ölüm karşısında siyasetçilerden tutun da tüm aydınlar ve bütün medya günlerce ondan bahsederdi” gibi artık naifleşmiş ve değeri kalmayan yorumları ben sıfırlıyorum artık. Zira bu memleketi, bu coğrafyayı iyice tanıyorum artık.
Sonra, genç insanların ölüm haberlerini alıyorum. Her geçen gün artan sayıda yitip giden askerlerin vedasız terk edişlerini duyuyorum. Yakınlarının çaresizliğine, kimi zaman sessizliğine kimi zaman da isyanına vuruluyorum.
Neden ve niçin’i sormak bile zor geliyor artık.
Bu kaos içinde kendi hayatlarımıza ayna bile tutamıyoruz artık. Kendimizi unutuyoruz. Kendimizi hatırlamak adeta insanlığa karşı bir suçmuş gibi duruyor orta yerde. Etraf bu kadar yangın yerine dönmüşken, kendimizle ilgili hangi sorunu, hangi düş kırıklığını, hangi beklentiyi, hangi aşk acısını, hangi aşksızlığı, hüznü, ıskalanmışlığı masanın üzerine açıkça koyma ve paylaşma cesareti bulabilecektik ki?...
Ben her ay düzenli olarak denizden fışkırıp insanlığı ışıldatarak gökyüzüne yükselen yarım ayı bekleyeceğim sadece.
Bir tek ona güveniyorum bu pespaye dünyada.
O, parlaklığıyla havada asılı kalırken bizim hayatlarımız ise zamanın döngüsünde asılı kalmaya devam edecek umarsızca…