Türkiye’nin artık dayanacak kocaman bir öfkesi ve birbirlerine hınçla bakan gözleri var. Hani insanın yüreği kadar kapladığı dünyası vardı ya! O da değişti. Burada insanlar artık öfkesi kadar yer kaplıyor!
Sosyal medyayı yetkin kullanamayanların yakın dönemde geçecekleri en berbat düzenin adı, ‘Hınç Çağı’ oluyor. Hatta olmak üzere…
Öfke tohumları fidana, fidanları ağaçlara, ağaçları ise öfke ormanlarına dönme-meli yurdumda!
Yoksa yuva elden gidiyor! Alnımıza yapışan öfkenin hikâyesidir bu, aramıza nasıl sızdığını da anlatır. Henüz 3G hızında…
Her şey bundan tam 13 yıl önce bir kasım akşamında başladı. Hem tersten, hem de düzden aynı okunan bir seneydi, 2002... Öfkenin tohumları usul usul her yere ekilmeye başlanırken, üstelik bahçıvanlar öyle tek bir taraftan falan da değildi. Karşı olanlar, ortada duranlar, yenilikçiler, eskiler dahil kim varsa... Yıllar sonra, yeni Türkiye olarak nitelenecek yere öfkeli sözleri ekmeye başladılar, etkisi henüz görülmemişti. Malum internet ve medya sadece TV ve haber sitelerinden ibaretti. İnsanların iletişim içinde oldukları yer değil, takip ettikleri alandı. Kitlelerin, internetin ve medyanın bir parçası olmadığı zamanlar işte… Takip edenin en fazla evinde eleştirdiği kadardı. Sosyal medya doğmamıştı. Onlar uzun uzun takip halinde uyudu. Takip ettiği öfkeleri dinlediler. Öfkeler bir günde ağaç olmaz ya, uzun uzun dillendiler. Arada minik filizlenenleri saymazsak kiminin çabucak sönen alevleri vardı, başlarda. Sonra bir umut, Avrupa Birliği treninin arkasından koşarken sinirler bir nebze gevşemiş, AB dayandığımız en güçlü dal olmuştu. Ama görüşmeler kilitlenip, çabucak pes ettiğimizde anladık. Bu kez uykuda büyüyen öfkelerin yanına, yenileri de ekilmişti. Kaybetmiş hissettik. Elimizde valizler bir Avrupa treninin arkasından öylece bakakaldık. Aslında istasyonda beklemek de güzeldi. Umutluydu.
Ardından tek tek gelen pişmanlıklar, kavgalar, Ortadoğu hayalleri, şehitler, hayal kırıkları… derken bugün duraksız kaldık.
Eski bir deyiş; “Bir trene binen bir yere gider ama bütün trenlere bakan durakta kalır” der. Daha kötüsü oldu. Biz gerisi geriye içimize döndük. Döndüğümüz yerde tam olarak toplumsal trenimizi kaçırmıştık. “El elde baş başta” kaldık. Artık AB deyince çoğunun aklına yola çıkmasıyla devrilmesi bir olan hızlı trenler geliyor. Günler kendimizi yemeyle geçti. Sonra Gezi, seçimler, PKK, şehitler derken moralimiz iyice bozuldu. Ama asıl konu moralimizin bozulması da olmadı...
Ve bir pazar akşamı tahminen herkesin evinde paşa paşa oturduğu ve heyecanla milli maçın sonunu beklediği anlarda, milli duygularımız dakikayı bile bulmayan sevincin ardından korkunç bir haberle sarsıldı. Hiçbir normal insanın, böylesine kısa süreli keskin duygu geçişlerinde dengesini koruması beklenemez. Ancak bizim öfkemiz dağları, dalgaları da aşmaya başladı. Öfkenin boyu, Türkiye’de hiç bu kadar uzun, cüssesi böylesine heybetli görünmemişti…
Fiili savaş yetmezmiş gibi birbirlerine karşı sosyal medya üzerinden, haklılık savaşı açan insanlarla dolup taştık. İnternet bizim birbirimize düşme hızımızı arttırdı. Sanırım 4G, 5G bizi birbirimize daha büyük bir hızla düşman yapacak. Çünkü artık sadece “a” yazıp koyan birisine bile yazılan yorumlarda, bütün alfabe sorgulanıyor. Niyet okuyuculuğu hiç bu kadar zirve yapmamıştı. En asıllı koz ise “Aslında böyle demek istedin” şeklinde sunuluyor.
Ölen “kınalı kuzuların” cenazeleri bile kalkmadan, tohumdan ağaca dönen köklü öfkeler, başını alıp dallarıyla budaklanıp uzadı.
Türkiye’nin artık dayanacak kocaman bir öfkesi ve birbirlerine hınçla bakan gözleri var. Hani insanın yüreği kadar kapladığı dünyası vardı ya! O da değişti. Burada insanlar artık öfkesi kadar yer kaplıyor! Kalanlar da, hayatlarına gölgelerin arasında devam ediyor. Çünkü öfke varlık değil gölgedir. Henüz farkında olunmasa da, varoluş değil ama yok oluşun kapısını hızla çalıyor, hatta kırmak üzereyiz. Gelinen durakta ise; kopuk bir Cumhuriyet burası, biz de kopuk çocuklarıyız artık. Üstelik 5G hızında. dememek dileğiyle…