Başlığın içindeki yol, kelimesi itibariyle bir iktidar partisini temsil etmese de, iktidar meselelerine derinlemesine giriyor.
Seks ve zevk üzerine kalem oynatmanın her zaman enteresan olduğunu bilerek bu konu üstündeyim. Ama her şeyi konuşmaya çalışan toplumun, konu buralara gelince susmasını sahiden ilginç buluyorum. Bu ülkede kimse sevişmiyor mu? Umarım leylek hikâyeleri bizim jenerasyonla bitmiştir.
Aslında size başka bir şey anlatacağım ama önce 12 yaşıma dönmem gerek… Evde Tetrisimle oynuyordum. Anneannemin yakın arkadaşlarından biri, hiç evlenmemiş hatta evde kalma sınırını geçmeyi bırakın, oraya da üç tur bindirmiş bir Emine’miz vardı. 52 yaşındaydı. Hayatında hiçbir erkekle ne teması oldu, ne de flörtü... Emine’nin çok bakımlı ve bir içim su olduğunu söyleyemem ama ne Emineler, neler buldu bunu gördüm... Bizim Emine de, sürekli evde kalmanın derdini yanardı anneanneme. Muhabbet, dönüp dolaşıp Emine’nin bulamadığı kısmete gelir, anneannem de umut vermeye devam ederdi. Hatta bazen daha da ilerletip Emine için kısmet bulma turları düzenlenirdi. Bilmem nerenin kilisesinde bir papaz varmış yahut şu camideki hocanın gittiği kişi hemen evlenirmiş gibi…
Gel zaman git zaman, ben büyüyüp yuvadan özgürlüklere uçtum. Üniversite, master, iş güç derken Emine’yi tamamen unutmuştum.
İzlediğim bir belgesele kadar!
İnançların, yanlış örneklerin insanlar üzerinde yarattığı talihsizliklerden bahsediyordu, belgesel. Mesela körüklenen korkunun sürüklediği seçim yapamama ve yaşanmamışlığı, acı gerçek olarak niteliyordu. Nedense Emine gözümün önünde canlandı. Acaba Emine’ye bir anlatan çıksaydı ne değişirdi? Zevk nedir, öğrenmek ister miydi en azından?
Belgeselde benim bile şaşırdığım bazı örnekler vardı. Mesela ilk buluşmada her zaman romantik bir yemeğin etkili olacağını düşünürdüm. Meğer rahat ve ferah bir ortamda buluşmak her zaman daha avantajlıymış. Özellikle açık hava, duygu ve arzulara müthiş bir canlılık katıyormuş.
Sonra ‘dans etmeden sevişmeyin’ vurgusu iddialıydı. Ama iyi dans edip etmediğini görmek için değil. Dansla ritimler ve kişiler birbirlerine uyumlanıyormuş. İlişkinin aşka dönüşmesi için ise; ‘başlangıçta her zaman bir öykü vardır. Ve o öykünün gerçek bir aşka dönüşmesi için defalarca anlatılması gerek’ vurgulanmış. Çünkü aşk, kendini anıların nakaratı üzerine kurarmış. Beni şaşırtan kısmı ise “şefkatin aşkın en değerli simgesi‘ olduğuna” dair gelen açıklamalar oldu.
Belgeselin sonunda Emine’nin bizim eve uğrayışlarına ara verdiği anlar gözümde canlandı.
Emine her defasında o kadar içten anlatırdı ki durumunu. “Ben de bir gün evleneceğim hayatımı yaşayacağım” diye… Anneannem de her seferinde, “Tabii Eminecim senin de hakkın, merak etme” derdi. Emine de sanki hep o cümleleri duymaya gelmiş gibi sürekli aynı diyalog tekrarlanırdı.
“Hayatımda tek erkek tanımadım” diye hayıflandığı anlardan birinde ise ben dayanamadım. Yaşım küçüktü ama leylek hikâyelerini de geride bırakalı epey olmuştu. Arada bir dönemdi benimki. Emine’ye “Ne yani, bu yaşta hâlâ bakire misin?” diye sorduğumda, anneannemin renginin attığını gördüm. Emine zaten perişandı. Kaderine mi yansın yoksa patavatsız bir ufaklığa mı bozulsun? Ne yapacağını şaşırdı. Ben, Emine sayesinde sokağa çıkma yasağı almıştım. Ama Emine’nin kendine verdiği cezaya bulaşmanın da, bir ceza olduğunu öğrendim. Kapalı bir kutuydu Emine’nin dünyası… Gerçeğe dair tek soruda, soranı bile kapatan bir yere sokuveriyordu. Sonradan anneannemin neden tepki vermeyip sürekli “Haklısın Eminecim” dediğini anlamıştım. Ama Emine sorumdan sonra uzun bir süre bize uğramamıştı. Ben üniversiteye gidip evden ayrıldığımda sık gelir olmuştu ama her defasında bir yerlerden çıkacağım tedirginliğiyle otururmuş. Aradan seneler seneler geçti. Bugün Emine 74 yaşında. Hiç evlenmedi ve hiç sevişmedi. Yolu zevkten geçmedi.